ULAŞ OĞLU SALUR KAZAN

Beylerbeyi Salur Kazan, günlerden bir gün doksan baş­lı bir otağ diktirmiş. İçlerini ipek halılarla döşetmiş. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirmiş. Erkek cinsi besili mallardan birer sürü kırdırmış. Seksen yerde bü­yük kaplar, kazanlar kurdurmuş. Altın kadehler, gümüş sü­rahiler dizdirmiş. Türlü yemekler yaptırmış. Soğuk içecek­ler hazırlatmış. Kudretli Oğuz beylerine büyük bir ziyafet vermiş. Beyler yiğitler, toplanmışlar. Kazan Bey’in sofrasına oturup yiyip içmeye başlamışlar. Kazan Bey, kudretli Oğuz beylerini bir arada görünce keyfe gelmiş. İki dizinin üzerine çökerek, “Ünümü dinleyin beyler! Sözümü anlayın beyler! Yata yata yanlarımız ağrıdı. Dura dura bellerimiz kurudu. Yürüyelim beyler! Av avlayalım. Kuş kuşlayalım. Semiz geyik vuralım. Otağımıza dönüp yiyelim, içelim. Birbirimizle hoş geçinelim.” demiş. Oğuz beylerini kara yüksek dağlarında av avlamaya davet etmiş.

Oğuz beyleri, Kazan Bey’in av davetini memnuniyetle karşılamış. Yalnız, Aruz Koca, “Ağam Kazan, iyi güzel hoş di­yorsun da pis dinli Gürcistan ağzında oturuyorsun. Hepimiz ava gidersek yerini yurdunu kim bekleyecek?” demiş. Kazan

Bey, “Bre Aruz Koca, kaygılanacak ne var? ilimin devleti, belimin kuvveti Uruz’um büyüyüp gelişti. On beşine değdi. Arslanın yavrusu da arslan olmaz mı? Üç yüz yiğidime oğ­lum Uruz baş olsun. Yurdumun yuvamın üstünde dursun.” demiş.

Bu sözün üstüne daha söz söylenmemiş. Oğuz beyleri bir bir atlanmışlar. Kazan Bey, yağız atını çektirip binmiş. Dün­dar Bey, alnı beyaz aygırına binmiş. Kara Göne, al atına at­lamış. Şîr Şemsettin, büyük beyaz atına binmiş. Beyrek, boz atına sıçrayıp binmiş. Bey Yegenek, doru aygırına binmiş. Saymaya kalksak saymakla bitmez. Kudretli Oğuz beyleri atlarına binmişler. Bunların ardınca öteki yiğitler kalkmış­lar. Büyük küçük, atlı yaya birbirine karışmış, ala asker olup Aladağ’a ava çıkmışlar.

Meğer Oğuzların içinde casus varmış. Hemen gidip Gür­cistan hükümdarı Şöklü Melik’e haber vermiş: “Salur Kazan, Oğuz beylerini toplayıp ava çıktı. Bir haftadan önce gelmez. Obasının üstüne on beş yaşındaki oğlu ile üç yüz oyun arka­daşını bıraktı. Haberiniz ola!” demiş.

Şöklü Melik, derhâl yedi bin adam atlandırmış: “Gidin, Kazan’ın obasını gece yarısı basın. Oğlu kızı gelini, kimi tu­tarsanız getirin. Malını mülkünü yağmalayın, alın. Kalanı ateşe verin. Yakın, yıkın, gelin!” demiş. Kaftanı arkasından yırtmaçlı, yarı beline kadar kara saçlı, alaca atlı yedi bin kâfir, gece yarısı dörtnala gelmiş. Kazan Bey’in otağını tırtıl gibi dalamışlar. Kızını gelini korkutup ağlatmışlar. Kırk bey kızı ile servi boylu Burla Hatun’u esir etmişler. ihtiyar anasını sızlatıp deve boynuna asmışlar. Uruz’un ellerini arkasından bağlamışlar. Boynuna ip geçirip at ardında sürümüşler. Ka­zan Bey’in ağır hazînesini, bol parasını, tavla tavla atlarını, katar katar develerini alıp kâfirler gitmişler. Kuşluk vakti gir­meden Gürcistan’a varmışlar. Kâfirlerin beyi, Şöklü Melik’in huzuruna çıkarak, “Salur Kazan’ın neyi var neyi yoksa topla­yıp getirdik. Ona ağır darbe indirdik.” demiş, aldığı esirlerle ganimetleri göstermiş.

Şöklü Melik, getirilenlere şöyle bir göz gezdirmiş: “Kazan’a yapacağımız bir kötülük daha var. Kazan’ın Kapı­lı Derbent’teki on bin koyununu da getirirsek o zaman iyi darbe vurmuş oluruz. Kazan, bir daha belini doğrultamaz!” demiş. Bunun üzerine kaftanı arkasından yırtmaçlı, yarı beli­ne kadar kara saçlı, altı yüz kâfir atlanıp dörtnala yola çıkmış.

Kazan Bey’in Karacık adında bir çobanı varmış. Boyu öyle uzunmuş ki başı arşa değermiş. Servi dalına benzer kollarını kaldırsa bulutlara yetermiş. Saman yabasını andıran elleriyle taşı, demiri hamur gibi yoğururmuş. Karacık Çoban’ın kor­kusundan sürüye kurt dalmazmış. Çünkü dalan kurt iflah olmazmış. O civardaki otuz çobanın başı Karacık Çoban’mış. Kazan Bey’in on bin koyununu Kıyan Gücü ve Demir Gücü adındaki iki kardeşi ile yayar, yaylatırmış. Geceleyin de Ka­pılı Derbent’teki ağıla kapatır, zarardan ziyandan esirgermiş.

Gün dönmüş, vakit akşam olmuş. Kıyan Gücü ile De­mir Gücü, koyunları getirip ağıla koymuşlar. Karacık Çoban ise kardeşlerinin yemeğini hazırlamış, yarın için de bir kuzu kızartmış. Üç kardeş yemeklerini yedikten sonra yerlerine çekilip yatmış. İki kardeş mışıl mışıl uyurken Karacık Ço­ban kara rüyalara dalmış. Bir ara dehşetle irkilip yatağından fırlamış: “Hayırdır inşallah!” diyerek doğruca kardeşlerini uyandırmış. Karacık Çoban, kardeşleriyle bir olup ağılın yo­lunu yolağını sağlamlaştırmış. Üç yere de tepe gibi taş yığmış. Alaca kollu sapanını belinden çözmüş. Parmağına geçirmiş. O gece ağılın etrafında nöbet tutmaya başlamış.

Seherle beraber kaftanı arkasından yırtmaçlı, yarı beline kadar kara saçlı, altı yüz kâfir, dörtnala çıkagelmiş. Kazan Bey’in Kapılı Derbent’teki ağılının önünde saf tutmuşlar. Beyleri ileri çıkıp Karacık Çoban’a seslenmiş: “Karanlık bas­tığı zaman kaygılı çoban! Kar yağmur yağınca çakmaklı ço­ban! Sütü peyniri bol kaymaklı çoban! Dün gece biz geldik. Salur Kazan’ın doksan otağını biz yaktık, biz yıktık, biz yerle bir ettik. Salur Kazan’ın oğlu Uruz ile üç yüz adamını bo­yunlarına ip geçirip at ardında biz sürüdük. Gürcistan’a biz götürdük. Salur Kazan’ın hanımı boyu uzun Burla Hatun ile kırk bey kızını biz esir ettik. Salur Kazan’ın yerinden kal- kamayan ihtiyar anasını deve boynuna asarak biz götürdük. Salur Kazan’ın tavla tavla atlarına biz bindik. Salur Kazan’ın katar katar develerini yedeğimizde biz çektik. Salur Kazan’ın ağır hazinesini, bol akçesini biz kaldırdık. Bu kadar darbeyi Salur Kazan’a biz vurduk! Çoban, aklın varsa ağılın yolağı­nı aç. Salur Kazan’ın koyunlarını önümüze kat. Hizmetini Şöklü Melik’e anlatırız. Belki sana at, kaftan bağışlar. Yoksa gerisini sen düşün.” demiş.




Karacık Çoban, “Bre kâfir! Kaftanın kafana çalınsın. Sen beni baldırı çıplak mı belledin? Oradan bakınca alçak mı bel­ledin? Senin atın, benim itim kadar etmez. Kâfir, sana değil sürü kaptırmak, akça koyunlarımın bir tüyünü bile vermem.

Def ol git buradan!” demiş. Bunun üzerine kâfirlerin her biri bir yerden at oynatıp saldırmış. Üç kardeş ise üç koldan kâfirlerin üstüne sapan taşı yağdırmaya başlamış. Karacık Çoban, sapanın ayasına bir taş koyup attığında kâfirlerin biri ikisi devrilmiş. İki taş koyup attığında üçü dördü yıkılmış. Üç taş koyup attığında beşi altısı yere serilmiş. Böylece üç yüz kâfiri yerinden kalkamaz etmiş. Kalan üç yüzü de girecek delik aramış. Ama Karacık Çoban’ın yığdığı taşlar tükenmiş. Sapan taşı kesilince kâfirler toparlanıverip üç kardeşe karşı oka çıkmışlar. Uğursuz oklarıyla Kıyan Gücü ile Demir Gücü kardeşleri şehit etmişler. Karacık Çoban’ı da üç yerinden ok- lamışlar. Karacık Çoban, iki kardeşinin şehit düştüğünü gö­rünce gayrete gelmiş. Sapana taş yerine, koyundan keçiden eline ne geçmişse koyup koyup atmış. Yüz kâfiri daha ora­cıkta haklamış. Ötekilerinin de içine korku düşürmüş. Sağ kalan iki yüz kâfir bir araya toplanmış: “Murada ermeyesi, hepimizi kırıp geçirecek.” Diyerek geldikleri gibi gitmişler.

Karacık Çoban, şehit düşen iki kardeşini defnettikten sonra kâfir leşini bir yere yığmış. Kâfir ölüsünden Kapılı Derbent’te büyükçe bir tepe meydana gelmiş. Daha sonra gidip yol kenarına bir ateş yakmış. Keçesinden kopardığı bir parça yünü kül eyleyip yaralarına basmış. Şehit düşen iki kar­deşinin arkasından ağlarken Kazan Bey’e söylenmiş: “Salur Kazan, Kazan Bey! Ölü müsün, diri mi? Neredesin Bey Ka­zan! Yoksa bu işlerden haberin mi yok?” diye diye ağlamış.

Meğer o gece Kazan Bey de kara bir düş görmüş. Yattığı yerden ok gibi fırlayıp ayağa kalkmış. Yanı başında yatan kar­deşi Kara Göne’yi uyandırıp, “Biliyor musun kardeşim Kara

Göne! Rüyamda neler gördüm? Yurdumun üstüne kara bu­lutlar çöküyordu. Ak otağımın üzerine yıldırımlar düşüyor­du. Kuduz kurtlar evimi, çadırımı dişleyip yırtıyordu. Kara saçlarım kargı gibi uzayıp gözlerimi örtüyordu. İki elimi kan içinde gördüm. Şahinim, alıcı kuşum ölüyordu. Bu rüyadan sonra uykuyu, umudu yitirdim. Aklım fikrim başımdan git­ti. Han kardeşim Kara Göne! Bu rüyayı yor, yorumla bana!” demiş.

Kara Göne, ağabeyinin rüyasını dinleyince ürperip iç geçirmiş: “Kara bulut dediğin devletindir. Yıldırım ise as­kerindir. Saç kaygıdır. Kan kara haberdir. Geri kalanını ben yoramam. Allah yorsun!” deyince Kazan Bey, “Avımı bozma, askerimi dağıtma. Yağız atı mahmuzlarsam üç günlük yolu bir günde alırım. Yarın öğle olmadan yurduma yuvama varı­rım. Herkes sağ salim ise akşam olmadan geri döner gelirim. Yok eğer, bir mesele varsa gelmem.” deyip gitmiş. Yağız atı kanatlandırıp gün öğlen olmadan yurduna gelmiş. Bakmış ki yeri yurdu yakılmış yıkılmış. Uçanlardan kuzgun kalmış. Ka­çanlardan tazı dolaşmış. Bunu görünce yüreği, göğüs kabına sığmaz olmuş. Kara çekik gözlerinden yaş boşanmış. Ağım ağım ağlamış. Sızım sızım sızlamış. Deve gibi böğürmüş. Kurt gibi ulumuş. Kendini yerden yere vurmuş. Nihayet, “Ağlayıp durmak olmaz.” deyip at binmiş. Yurdundan ayrı­lan izleri süre süre Kapılı Derbent ayrımına gelmiş ki Karacık Çoban’ı yol üstünde ağlar bulmuş. Karacık Çoban, Kazan Bey’i görünce, “Ölmüş müydün, yitmiş miydin a Kazan! Ne­redeydin be Kazan!” deyip bir daha hıçkırmış.

Kazan Bey, “Bre Çoban! Ak otağım buradan geçmiş, gör­dün mü? İhtiyar anacığımı, güzel yavuklumu gördün mü?

Kaz boyunlu gelinimi kızlarımı gördün mü? Üç yüz yiğidiyle Uruz’umu gördün mü? Tavla tavla atlarımı gördün mü? Ka­tar katar develerimi gördün mü? Ağır hazînemi, bol akçemi gördün mü? Hayırlı bir haber veriver çoban bana. Kara ba­şım kurban olsun bugün sana!” demiş. Karacık Çoban, kendi derdini unutup konuşmaya başlamış: “Dün değil evvelki gün Şöklü Melik yedi bin atlı kaldırmış. Ocağının üstüne saldır­mış. Kara donlu, eğri dinli kâfirler gelmiş. Evini otağını tırtıl gibi kâfirler dalamış. İhtiyar anacığını deve boynuna asarak kâfirler götürmüş. Burla Hatun ile kırk bey kızını kâfirler esir etmiş. Uruz’u boynuna ip geçirip at ardında kâfirler sü­rümüş. Ağır hazineni, bol akçeni kâfirler almış. Cins atları­na kâfirler binmiş. Kızıl develerini yedekte çekmiş.” diyerek duyduğunu söylemiş.,

Karacık Çoban söyledikçe Salur Kazan, ah u vah etmiş. Feryat figan koparıp ağlamış. Gözleri kararıp dünya âlem başına dar gelmiş. Bir ara hiddetlenip, “Ağzın kurusun, di­lin çürüsün çoban! Kadir Mevla başına bela yazsın! Bir daha kimseye kara haber veremeyesin.” demiş. Ağır beddua etmiş. Kazan Bey böyle deyince Karacık Çoban, bir daha hıçkır­mış: “Bana ne kızıyorsun bey Kazan! Göğsünde bir damlacık yok mudur iman? Altı yüz kâfir de bizim üstümüze geldi. Savaştık, vuruştuk. Dört yüz kâfir öldürdüm. İki kardeşim senin uğruna şehit düştü. Ben ise üç yerimden oklandım. Tek başıma kaldım da kâfirlere semiz, zayıf bir kuzunu bile kap­tırmadım. Bunun için mi bana kahırlanıp beddua edersin? Bu mudur suçum?” demiş.

Bunun üzerine Salur Kazan, ettiği beddua için çok üzül­müş. Yalnız bir şey söylemeden atını mahmuzlayıp yürümüş.

O gidince Karacık Çoban da peşinden koşmuş. Üç solukta yağız ata yetişmiş. Kazan Bey, Karacık Çoban’ı yanı başında görünce durmuş: “Oğul, sen nereye gidiyorsun?” demiş. Ka­racık Çoban da, “Ağam Kazan, sen evini almaya gidiyorsan; ben de iki kardeşimin kanını almaya gidiyorum!” diye ce­vap vermiş. Kazan Bey, “Çoban olmasaydı Kazan düşmanı yenemezdi.” Derler düşüncesiyle Karacık Çoban’ı başından atmaya çalışmış: “Oğul, karnım aç. Yiyecek bir şeyin var mı?” demiş. Karacık Çoban, “Ağam, akşamdan bir kuzu pişirmiş- tim. Kardeşlerime nasip olmadı. Buyur, şurada yiyelim.” Deyip kaba gölgeli bir ulu ağacın altında azığını açmış. ikisi birden oturup üç lokmada koca bir kuzuyu yemişler. Karacık Çoban, azığı toplarken Kazan Bey onu tutuvermiş. Getirip kaba gölgeli ulu ağaca sıkıca bağlamış: “Bre, çoban! Seni bağ- lamasam arkamdan ayrılacağın yok! Aklın varsa karnın acık­madan, gözün kararmadan bu ağacı koparmaya bak! Yoksa burada kurda kuşa yem olursun.” deyip yürümüş.

Karacık Çoban, gayrete gelerek koca ağacı yeri yurdu ile söküp çıkarmış. Sırtındaki ağaçla tekrar Kazan Bey’in arka­sına düşmüş. Yine bir solukta Kazan Bey’e yetişmiş. Kazan Bey, Karacık Çoban’ı sırtında ağaç, yanı başında görünce durmuş: “Oğul, nereye gidiyorsun böyle?” demiş. Karacık Çoban ise, “Ağam Kazan, kâfiri tepeleyince acıkırsın. Ben de bu ağaçla sana yemek pişiririm.” diye cevap vermiş. Bu sözler Salur Kazan’ın pek hoşuna gitmiş. Atından inerek Karacık Çoban’ı çözmüş, gözlerinden öpmüş: “Allah nasip eder de evimi kurtarırsam; seni tavlacı başı yapayım.” deyip beraber­ce Gürcistan’a doğru yola çıkmışlar.

Şöklü Melik, adamlarının eli boş geldiğini görünce küple­re binmiş. Adamlarına bağırıp çağırmış. Bin bir türlü hakaret eylemiş: “Beceriksizler! Altı yüz adam gitti. İki yüzü zor sağ geldi. Onlar da bir uyuz koyun bile getiremedi. Yıkılın kar­şımdan!” deyip hepsini azarlamış. Daha sonra beylerine dö­nüp, “Biliyor musunuz, Kazan’ın en zoruna giden ne olur? Uzun boylu Burla Hatun gelsin. Bize kadeh sunup içki versin. Kazan, bunu duyarsa kahrından ölür.” demiş. Yerin kulağı var derler. Şöklü Melik’in sözleri Burla Hatun’a kadar varmış. Bunu duyunca Burla Hatun’un can evine ateş düşmüş. Kara bağrı sarsılmış. Aydınlık gözleri kararmış. Aklı başından git­miş. Nihayet kendini toplayıp kırk bey kızının arasına karış­mış: “Kazanın hanımı kim diye sorarlarsa herkes çıkıp benim desin!” diye sıkı tembih vermiş.

Bir zaman sonra birkaç kâfir gelip, “Kazanın hanımı kim?” demiş. Birbirine benzeyen kırk bir tane bey kızı, bey hanımı ileri çıkıp “benim” diye cevap vermiş. Bu cevap kar­şısında kâfirler ne yapacaklarını bilememişler. Doğruca Şök­lü Melik’e varıp durumu anlatmışlar. Şöklü Melik, “Varın, Kazan’ın oğlu Uruz’u çengele asın. Etlerini çeke çeke koparıp kavurma yapın. Götürüp önlerine koyun. Eğer kim yemezse; Burla Hatun odur. Onu alıp getirin, içki verip kadeh sunsun! Kazan’dan öcümüzü alalım.” demiş.

Şöklü Melik’in uğursuz sözleri Burla Hatun’a kadar gel­miş. Bu kara haberle Burla Hatun, ölüp ölüp dirilmiş. Ken­dini belli etse mi etmese mi, bilememiş. Oğlunun hayatı ile namusu arasında kalakalmış. Uzun boylu Burla Hatun, yüre­ği paramparça bir hâlde oğlu Uruz’un yanına varmış. İki döküp bir söylemiş. Görelim, hanım ne söylemiş: “Oğul, oğul ay oğul! Bilir misin neler oldu? Kâfirler, kötü kötü söyleştiler. Fısır fısır konuştular. Babanı kahrından öldürmek için Şöklü Melik emir vermiş: ‘Gidin, Kazan’ın karısını getirin. Döşeği­mize gelsin. Bize kadeh sunup içki versin.’ demiş. Bunu du­yunca kırk bey kızına tembih verip arasına karıştım. Kâfirler geldiler. Beni bilemediler. Çıkıp geri Şöklü Melik’e vardılar. O kâfir oğlu kâfir, ‘Varın, oğlu Uruz’u çengele asın. Çeke çeke ak etini kopartın. Kara kavurma yapıp önlerine koyun. Kim yerse Burla Hatun değildir. Kim yemezse Burla Hatun odur. Alın getirin.’ demiş. Oğul, iki arada bir derede kaldım. Ne edeyim, neyleyim? Can ciğer paresi oğlumun etini mi yi­yeyim; yoksa pis dinli kâfirin döşeğine girip Bey Kazan’ımın namusunu mu çiğneyeyim?” demiş. Ağım ağım ağlamış. Sı­zım sızım sızlamış. Kara bağrını döve döve inlemiş.

Uruz, annesinin sözleri ile kahrolmuş. Gözlerinden kanlı yaşlar boşanarak, “Ana, canım ana! O nasıl söz? Sakın ana, sakın! Benim için ağlayıp söylemeyesin. Yaş döküp inleme- yesin. Kâfirler etimi kesince, kavurup önünüze koyunca kırk bey kızı bir lokma yerse; sen iki ye. Yeter ki kâfir seni bilme­sin. Babamın namusu lekelenmesin. Sakın, ana sakın!” diye haykırmış.




Burla Hatun, Uruz’un ayaklarına kapanıp kara sicim saç­larını yolmuş. Güz elması yanaklarını parçalamış: “Oğul!” diye diye ağlamış. İki ciğerini birden dağlamış. Uruz, anasına söylemiş. Görelim, hanım ne söylemiş:

Canım ciğerim anam!

Ne diye ağlıyorsun?

Bağrımı dağlıyorsun!

Hey ana, cins at olur da bir tayı olmaz olur mu?

Kızıl deve olur da bir yavrusu olmaz olur mu?

Akça pakça koyun olur da kınalı bir kuzusu olmaz olur mu?

Sen sağ ol canım anam, babam sağ olsun!

Benim gibi bir oğul bulunmaz olur mu?

Burla Hatun, oğlu Uruz ile daha çok söyleşip koklaşmış. Kâfirlerin sesi gelince tekrar kırk bey kızının arasına karışmış. Kâfirler gelir gelmez Uruz’u tutmuşlar, darağacının önüne getirmişler. Uruz çaresizce boynunu bükmüş. Darağacının dibine iki damla yaş dökmüş: “Ölü müsün, diri misin Han babam! Ayakta durmaya yetmiyor çabam. Esir düştü eşim, dostum, akrabam. Yetiş Salur Kazan, imdada yetiş!” diye fer­yat etmiş. O an sanki darağacı yeşermiş. Dal budak vermiş. Beylerbeyi Salur Kazan, Karacık Çoban ile Şöklü Melik’in meydanına dörtnala girmiş. Kâfirler, Kazan Bey’i görünce sevinçten uçmuşlar: “Kazanı da tutalım. Oğlunun karşısına asalım. İkisini birden kebap edelim.” deyip kılıcını çeken sal­dırmış.

Karacık Çoban’ın bir sapanı varmış. Ayası üç yaşındaki dana derisinden, kolları otuz koyun yününden, şaklatanı dokuz keçi kılındanmış. Bir atışta on iki batman taş atar­mış. Attığı taş yere düşmezmiş. Yere düşse bile yer toz gibi savrulurmuş. Ocak gibi oyulurmuş. Taşın düştüğü yerde üç yıl ot bitmezmiş. Biten ot üç güne yetmezmiş. Kururmuş.

Semiz koyun, zayıf kuzu kırda bayırda kalsa sapan korkusuna kurt gelip yemezmiş. Karacık Çoban sapana sekiz batmanlık bir taş koymuş. Gelen kâfirlere doğru atmış. Sekiz batman­lık taşın korkusu bir yana dursun. Sapanın şaklaması geniş dünyayı kâfirlerin başına dar etmiş. Yemekte olanın kaşığı elinden düşmüş. Su içenin suyu boğazına durmuş. Gülenin nefesi düğümlenmiş. Şöklü Melik’in çavuşu, kapıcısı korku­dan girecek delik aramış. Zindancılar ise esirleri unutup ken­di canlarının derdine düşmüşler.

Kazan Bey’i yakalamak için kâfirler seferber olmuşlar. Ama Kazan Bey, kaz sürüsüne şahin girmiş gibi kâfirlerin ara­sına dalmış. Sağlı sollu kılıç çalmaya başlamış. Beş bin kâfiri geri püskürtmüş. Bu sırada on altı bin kâfir daha demir zırh giyinip meydana inmiş. Karacık Çoban ile Salur Kazan’ın et­rafını çevirmişler. iki yiğit sırt sırta vermiş. Bir zaman güzel cenk etmiş. Uğursuzun biri bir ok fırlatmış. O da gelip Ka­zan Bey’in göz kapağını çizip atmış. O saniye Kazan Bey’in hızlı kanı boşanmış. Gözlerine dolmuş. Görür gözleri gör­mez olmuş. Uruz’un dal budak salmış ağacı sararmış solmuş. Kazan Bey, kalkanını baş üzeri tutup düşmana bir müddet daha kılıç çalmış. Bu arada kavga kokusunu alan Oğuz bey­leri bir bir yetişmişler. Görelim, hanım kimler yetişmiş:

Karadere ağzında doğan, beşiğinin örtüsü kara boğa de­risinden olan, hiddetlenince dağı taşı un eden, kara bıyığını ensesinin gerisinde yedi yerden düğümleyen, yiğitlerin ejder­hası, Kazan Bey’in kardeşi, Ulaş oğlu Kara Göne dörtnala ye­tişmiş: “Çal kılıcını babam oğlu kardeşim, yetiştim!” demiş. Kaza benzer kâfire şahin gibi dalıp kılıç çalmış.

Bunun ardınca görelim, kimler yetişmiş:

Hemite ve Mardin kalesini alan, demir yaylı kâfir Kıpçak Melik’e kan kusturan, Kazan Bey’in gözbebeği kızını erlik, yi­ğitlik, düğün dernek ile alan, Oğuz aksakallarının takdirini kazanan, al ipek şalvarlı, atı kuğu püsküllü, Kara Göne oğlu Kara Budak ok gibi gelmiş: “Çal kılıcını amcam, babam, ye­tiştim!” demiş. Önüne çıkana kan kusturmuş.

Bunun ardınca görelim, kimler gelmiş:

Altmış toklu derisini kürk yaptırsa topuklarını örtmeyen, altı toklu derisini börk yaptırsa kulaklarını örtmeyen, kolu budu irice, uzun baldırları ince, Kazan Bey’in dayısı at ağız­lı Aruz Koca dörtnala meydana dalmış: “Çal kılıcını bacım oğlu, yetiştim!” demiş. Kâfirleri bir uçtan, diğer uca tepeleyip geçmiş.

Bunun ardınca görelim kimler yetişmiş:

Mekke’ye gidip Peygamber’in nurlu yüzünü gören, o Peygamber’in Oğuz ülkesinde sahabesi olan, hiddeti tutunca bıyıklarından kan fışkıran, bıyığı kanlı Büğdüz Emen rüzgâr gibi gelmiş: “Muhammed aşkına ağam, çal kılıcını yetiştim!” demiş. Düşmanın altından girip üstünden çıkmış.

Bunun ardınca görelim, kimler yetişmiş:

Parasar’ın Bayburt Kalesi’nden fırlayıp uçan, kudretli Oğuzların beğenileni, Kazan Bey’in en çok güvendiği, boz aygırlı Bamsı Beyrek dörtnala meydana girmiş: “Çal kılıcını ağam Kazan, ben geldim!” demiş. Kâfirin uçanına kaçanına göz açtırmamış.

Saymakla Oğuz beyleri tükenmez. Dış Oğuz beyleri dı­şardan saldırmış. İç Oğuz beyleri içerden merkeze yüklenmiş.

Salur Kazan, Şöklü Melik’in üzerine varmış. Vurup attan dü­şürmüş. Düşürdüğü yerden geri kaldırmamış. Alaca kanını yeryüzüne akıtmış. Düşmanın tuğu ile sancağını Kara Göne kılıç çalıp indirmiş. Derelerden tepelerden düşmanın üzerine o gün ölüm yağmış. O gün namertler kaçacak delik gözet­miş. O gün ciğeri sağlam yiğitler belli olmuş. O gün kıyamet gibi bir savaş olmuş. Meydan boydan boya baş olmuş. O gün yiğit atlar koşmuş, nalları düşmüş. Kara çelik kılıçlar çalın­mış, ağzı düşmüş. Üç kanatlı kayın oklar atılmış, temreni düşmüş. Kıyametin bir günü de o gün olmuş. Yalnız, aman dileyene kılıç çekilmemiş. O gün on iki bin düşman kılıçtan geçirilmiş. Beş yüz Oğuz yiğidi ise şehit düşmüş.

Kazan Bey, çoluğunu çocuğunu kurtarmış. Hazinesiyle birlikte büyük ganimet kazanmış. Ordusunu toplayıp yur­duna geri gelmiş. Altın başlı otağlar kurdurmuş. Karacık Çoban’ı tavlacı başı yapmış. Kahraman koç yiğitlere yer, yurt, altın, gümüş, şalvar, cübbe dağıtmış. Uruz’un başı için kırk cariye ile kırk köle azat eylemiş. Yedi gün, yedi gece ziya­fet çekip fakiri fukarayı sevindirmiş. Dedem Korkut gelerek neşeli havalar çalmış. Kazan Bey’in yiğitliğini anlatmış.

Hani beyler, erenler,

Dünya benim diyenler?

Ecel aldı yer gizledi.

Fâni dünya kime kaldı?

Gelimli gidimli dünya,

Son ucu ölümlü dünya! Güvendiğin dağlara kar yağmasın. Kaba gölgeli ağacın kesilmesin. Coşkun akan tatlı suyun kurumasın. Kadir Mev­la kimseyi namerde muhtaç eylemesin. Aksakallı babanın mekânı cennet olsun. Ak perçemli annenin mekânı cennet olsun. Âmin diyenlerin Allah yüzüne baksın. Allah kimseyi ümitsiz bırakmasın. Günahımızı adı güzel Muhammed’in yüzü suyu hürmetine bağışlasın. Huzurunda dua ettik, kabûl olsun. Hanım hey…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.