SALUR KAZAN OĞLU URUZ BEY

Ulaş oğlu Salur Kazan, günlerden birgün doksan başlı bir otağ diktirmiş. Binbir yere ipek halı döşetmiş. Ala savanlarla gölgelikler çektirmiş. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirmiş. Erkek cinsi besili mallardan birer sürü kırdırmış. Seksen yerde geniş ağızlı kazanlar kurdurmuş. Altın kadehler, gümüş sürahiler dizdirmiş. Doksan tümen genç Oğuz yiğidine büyük toy, büyük ziyafet vermiş.

Çiçeği burnunda Oğuz yiğitleri bir bir gelmişler. Salur Kazan’ın otağında toplanmışlar. Kazan Bey’in sağına kar­deşi Kara Göne oturmuş. Soluna dayısı Aruz Koca bağdaş kurmuş. Oğlu Uruz, babasının karşısına geçmiş. Yay gibi iki büklüm kıvrılmış. Diğer yiğitler de münasip bir yere geçmiş­ler. Kazan Bey birbirinden marifetli, birbirinden cesaretli, birbirinden faziletli Oğuz yiğitlerini görünce çok sevinmiş. Her biriyle ayrı ayrı söz sohbet etmiş. Her birine ayrı ayrı izzet ü ikramda bulunmuş. Kereminden ihsan eylemiş. lh- tiyacına göre herkese güzel hediyeler dağıtmış Kuzu isteyene koç vermiş. Tay diyene at bahşetmiş. Dana bekleyene tosun lütfetmiş. Elbise arzulayana kaftan verivermiş. Gümüş gö­zetene altın bağışlamış. Bir umana, gönlünden iki üç katını koparıp vermiş.

Kazan Bey, aldığı hediyelere sevinen yiğitlerin sevincine ortak olmuş. Sağına, kardeşi Kara Göne’ye bakıp bir kahka­ha atmış. Sonra soluna dönerek dayısı Aruz Koca’ya bakmış. Neşesi ikiye katlanmış. Ellerini birbirine çalıp alkış tutmuş. En son karşısında, saygısından iki büklüm duran oğlu Uruz’a bakmış. Birden bakışları kararmış. Yüzü gölgelenmiş. Sura­tına bir kaygı gelip oturmuş. Beylerbeyi Salur Kazan, oğlu­na bakarak ellerini dizine vurmuş. Hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlamış.

Uruz, bunu görünce yerinden kalkmış. Kazan Bey’in kar­şısında diz çöküp oturmuş: “Canımın sebebi, canım babam! Deminden beri etrafı temaşa ediyordun. Amcama bakınca çiçeğin yarıldı. Kahkaha attın. Dayıma bakınca gözün par­ladı. El çalıp alkış tuttun. Biricik oğluna, bana bakınca da yüzün karardı. Bir ağlama tutturdun. Bunların sebebi nedir? Söyle bana. Bir kusurum olduysa başım kurban olsun sana!” demiş.

Uruz, sitemkâr konuşunca Kazan Bey, suçlanmış. Birden yanakları allanmış: “Beri gel, hey! İlimin devleti, belimin kuvveti canım oğul, beri gel! Kardeşim Kara Göne, dayım Aruz Koca, baş kesip kan dökmüştür. Yerini yurdunu koru­muştur. Ad kazanmıştır. Doksan tümen yiğit arasında seni yay gibi iki büklüm görünce kaygılanıp üzüldüm. Yarın bir gün Hakk’ın emri ile al kanatlı Azrail canımı alsa sen ne ey­lersin? Yerimi yurdumu nasıl tutarsın? Daha yay çekip ok at­madın. Düşman yüzü görmedin. Ben dünyadan gider olsam tahtımı tacımı sana vermezler. Sonumu düşünürüm de ona ağlarım.” Deyip iç çekmiş.

Uruz, babasının ellerini tutmuş: “Adı sanı yiğit babam! Atalarımız, ‘Kız anadan görür sofra donatmayı. Oğlan baba­dan görür at oynatmayı.’ dememiş mi? Bana kırılıp gücen­meyesin. Sofra, sohbet dışında yanına mı varabildim? At oy­natışını mı gördüm? Kılıç çalışını mı? Ben senden ne gördüm ki ne öğreneyim?” demiş.

Uruz’un sözleri Kazan Bey’in çok hoşuna gitmiş. Birden yüzü gün gibi açılmış. Gözleri parlamış: “Beyler! Oğlum ne akıllı laf etti. Şeker yemiş gibi çok tatlı söyledi. Siz yiyip iç­menize devam edin. Ben de şu akıl küpü oğlumu alayım. Yedi günlük ava çıkayım. Cığızlar’a, Ağlağan’a, Gökçedağ’a, kâfir Kıpçak hududuna varayım. Ok attığım, kılıç çaldığım, baş kestiğim yerleri göstereyim. Av avlayayım. Kuş kuşlaya- yım. Yaban geyiği vurayım. Oğlum görüp öğrensin.” deyip sofradan kalkmış. Yedi günlük azık hazırlatıp temiz yüzlü, güzel giyimli üç yüz yiğit ile yürümüş. Uruz da kırk arkada­şı, kan kardeşi ile atlanmış. Babasının yanı sıra kara dağlara doğru ava çıkmış. Derelerden geçerek, soğuk sular içerek av avlamışlar. Kuş kuşlamışlar. Yabanî geyik vurmuşlar. Kazan Bey, oğluna at binmeyi, yay gerip ok atmayı göstermiş. Bir­kaç gün sonra Gökçedağ’ın düzlüğüne varmışlar. Taze çimen üstüne çadır kurup konmuşlar. Vurdukları av etinden yiyerek yorgunluk atmaya çekilmişler.




Meğer kâfirin biri bunları görmüş. Hemen Ak Saka Kalesi’nin tekfuruna varmış: “Asilzadem, ne durursun? Se­nin köpeğini havlatmayan, kedini miyavlatmayan Ulaş oğlu Salur Kazan, oğlu Uruz ile burnumuzun dibinde yan gelmiş yatıyor.” diye haber vermiş. Bu haber üzerine demir zırhlı on altı bin kâfir atlanmış. Gökçedağ’a doğru dörtnala koş­turmuş.

Bir zaman sonra Oğuz beylerinden biri, Gökçedağ’ın ete­ğinden kalkan bir toz kütlesi görmüş. Kazan Bey’e seslene­rek, “Beyim, bu gün şanslı günümüzdeyiz. Bir bölük geyik, tozu dumana katmış, üstümüze doğru geliyor. Hele şunlara bakın!” deyip ellerini ovalamış. Kazan Bey, yerinden kalkıp bayırdan aşağı bakmış: “Bu gelen, bilmiş olun, düşmandır. Geyik olsa bir veya iki bölük toz kalkardı. Orada tam on altı bölük toz var.” demiş. Yağız al atını çektirip binmiş.

Biraz sonra toz dağılmış. Kâfirlerin miğferi güneş gibi parlamış. Mızrağı yıldız gibi ışıldamış. Zırhının gürültüsü deniz gibi çalkalanmış. Kara gövdeleri, kara atları orman gibi kararmış. İp üzengili, keçe börklü, azgın dinli, kızgın dilli kâfirler uzaktan görünmüş. Uruz, gelenleri görünce babası­nın yanına varmış. Parmağı ile ileriyi işaret etmiş: “Babacı­ğım! Şu gelenler kim ola?” demiş.

Kazan Bey, “Kim olacak ay oğul! Kâfir düşmandır!” diye cevap vermiş. Sanki o gün Uruz’un dilinin bağı çözülmüş: “Babacığım, düşman diye kime derler? Kâfirlerle biz niye düşmanız ki?” demiş. Kazan Bey, hazır sırası gelmiş iken an­latmış: “Oğul! Malında, canında, namusunda gözü olan düş­mandır. Ama bizim durup dururken kimseye düşmanlık etti­ğimiz yok. Kara dinli kâfir, fırsatını bulunca malımızı almaya gelir. Canımıza kast eder. Namusumuza el uzatmaya kalkar. Bize durduk yere düşmanlık eyler. Çünkü bizi kendine düş­man bellemiştir.” demiş. “Oğul! Kâfir düşman güzel yerde rast geldi. Fakat sen bana kötü yerde ayak bağı oldun. Seni düşüneceğim diye rahat rahat vuruşup dövüşemem.” diye de eklemiş. Uruz’un kırk arkadaşını alıp eve dönmesini istemiş.

Uruz, babasına çok incinmiş: “Ünümü anla, sözümü din­le baba! Beni ekmek düşmanı çocuk belleme. Kâfir düşman sana kılıç çekince bana durmak olur mu? Babasına kalkan eli kırmayan, hakikatli oğul olur mu? Büyük cins atımı oynat- mazdım. Gün bu günmüş. Senin uğruna koşturayım. Ejder sivrisi mızrağımı göstermezdim. Günü geldi. Senin yolunda kâfirin göğsüne saplayayım. Kara çelik kılıcımı saklardım. Madem kâfir düşman üzerimize geldi. Baş kesip kan döke­yim senin için. Ölürsem de babamın yoluna öleyim! Bana meydan ver.” demiş.

Uruz, söyledikçe Kazan Bey duygulanmış. Ağlamaklı ol­muş: “Ağzın, dilin için ölürüm oğul! Meğer sen ne aralan­mışsın da haberim yokmuş. Yalnız o kâfirlerin attığını şa­şırmayan okçusu olur. Hay demeden baş kesen cellâdı olur. İnsan eti ile yahni pişiren aşçısı olur. O kâfirler senin varıp savaşacağın düşman değil. Gelen kâfir benimdir. Ben varıp savaşayım. Kılıç çalayım. Döne döne baş keseyim. Sen de gör, öğren.” demiş. Kazan Bey, düşmanın iyice yaklaştığını görünce attan inmiş. Uruz’a dönüp, “Gözümün nuru oğul! Şimdi sen kırk kan kardeşini yanına al. Karşı yatan kara dağa pusu kur. Düşmanın bir kısmı, ardımızdan dolanıp saldırma­sın.” Deyip yürümüş. Arı sudan abdest almış. Ak alnını sec­deye koyup iki rekât namaz kılmış. Allah’a el açıp dua etmiş. Adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş. Kara dinli kâfirlere göz karartmış.

O zamanlar, oğul babaya karşı gelmezmiş. Baba sözü tut­mayan oğula da kimse oğul demezmiş. Uruz, babasının sözünü kırmamış. Kırk kan kardeşini, oyun arkadaşını alıp yüce dağ başına varmış. Babasının dediği yerde mızrağını dikip dur­muş.

Biraz sonra kanlı bir savaş başlamış. Salur Kazan, kaz sü­rüsüne giren şahin gibi kâfirlere saldırmış. Onun peşinden de üç yüz yiğidinin her biri yıldırım gibi akmış. Şimşek gibi çak­mış. Kâfirlere, döne döne kılıç çalmışlar. Mızrak saplamışlar. Hele Kazan Bey, öyle güzel savaşıyormuş ki bir vuruşta kırk kâfiri birden yere seriyormuş. Kazan oğlu Uruz Bey, babasına baktıkça aşka gelmiş. Mızrağını uzatıp, “Bre, ne duruyoruz? Biz, bir tek ekmek düşmanı mıyız? Beni seven peşimden gel­sin!” deyip atını şaha kaldırmış. Kâfirlerin en güçlü yerine saldırmış.

Uruz, kara koç atı ile kâfire yıldırım gibi girmiş. Şimşek gibi çakmış. Bir çalışta seksen sekiz baş kesmiş. Kan dökmüş. Geniş dünyayı kâfirin başına dar etmiş. Azgın dinli kâfir bu­nalınca kılıcı mızrağı atmış. Oka çıkmış. Uruz kırk arkadaşı ile kâfirlerin ok yağmuruna tutulmuş. Uğursuz okun biri gelmiş, yiğitler yiğidi Uruz’un atının göğsüne saplanmış. Kara koç at dizlerinin üzerine yıkılıp oracıkta can vermiş. Bir anda kâfirler, Uruz’un üzerine üşüşmüşler. Kırk yiğidi geri dönüp Uruz’un uğruna çok savaşmış. Ama kalabalık karşısında fazla daya­namamışlar. Kırkı birden şehit düşmüş. Gel gelelim, Kazan Bey’in bunlardan hiç haberi olmamış.

Kâfirler, birden üşüşüp Uruz’u tutmuşlar. Her biri bir dalına yapışıp ellerini arkasından bağlamışlar. Boynuna kıl sicim atıp at ardında sürümüşler. illerine götürmüşler.

Kâfirler çekilince Kazan Bey arkalarından gitmemiş. Yi­ğitleriyle dönüp oğlunu gönderdiği yere gelmiş. Bakmış ki ortalıkta in cin top oynuyor. Ne oğlan var ne de kırk arka­daşı. Kazan Bey, “Beyler, oğlan nereye gitmiş olabilir?” diye sormuş. Sorduğuna soracağına da pişman olmuş. Biri çıkıp, “Nereye gidecek Bey Kazan! Senin oğlun kuş yürekli korkak­tır. Düşmanı görünce varıp anasının eteğinin altına saklan­mıştır.” demiş. Salur Kazan, “Beyler, Allah bize hayırsız bir oğul vermiş. Varıp onu anasının yanından alayım. Kılıç ile doğrayayım. Altı parça edeyim. Götürüp altı yol ayrımına bir parçasını bırakayım. Âleme ibret olsun. Bir daha kimse dağ başında arkadaşını koyup kaçmasın!” demiş. Yağız al atı­nı ökçelemiş. Derelerden sel gibi, tepelerden yel gibi geçmiş. Yurduna gelmiş.




Meğer servi boylu Burla Hatun, oğlunun ilk avını kutla­mak için bir haftadır hazırlık görürmüş. Önceden geniş düz­lüğe, yeşil çimenliğe büyük otağlar kurdurmuş. Attan aygır, deveden buğra, koyundan koç kestirmiş. Çeşit çeşit yemekler pişirtmiş. Soğuk şerbetler yaptırmış. Bol köpüklü ayranlar yaydırmış. Keskin kımızlar sağdırmış. Altın kadehler, gümüş sürahiler dizdirmiş. “Oğuz yiğitlerine iyi bir ziyafet çekeyim.” demiş. Burla Hatun, Kazan Bey’in geldiğini duyunca hemen kapıya çıkmış. Ama Salur Kazan, bir hışımla gelmiş. Selam sabah vermeden, “Oğlun nerede?” deyip hiddetle bağırmış. Burla Hatun, bütün bunlara bir mana vermemiş. Boşa koy­muş dolmamış. Doluya koymuş almamış. Selamdan sabahtan geçmiş. Ama Kazan Bey’in sorusuna takılıp kalmış. Sağına bakmış, Uruz yok. Soluna bakmış, Uruz yok. Biricik oğlu­nu göremeyince Burla Hatun’un bağrı sarsılmış. Kara çekik gözlerinden yaş yürümüş. iki döküp bir söylemiş. Görelim, hanım ne söylemiş:

Ey Kazan, neler oldu böyle sana!

Bir hiddetle, bir hışımla girdin yuvana.

Gelmiş, Uruz’umun haberini benden sorarsın.

Oğlun ile beraber av avlamaya sen gitmedin mi?

Göğsü güzel, koca dağlara sen yetmedin mi?

Gelmiş, Uruz’umun haberini benden sorarsın.

Oğlumu yardan mı uçurdun, söyle bana?

Derin denizlere, coşkun ırmaklara mı kaptırdın, söyle bana?

Hudut boylarında kara dinli kâfire mi aldırdın, söyle bana?

Oğlum ne etti, ne eyledi de böyle gazaba geldin?

iki gittin, bir geldin, a Kazan, yavrum hani?

Uruz’umun süt emdiği damarlarım yaman sızlar.

Yalnız oğlum hakkında haber ver bana.

Kara başım kurban olsun sana.

Uzun boylu Burla Hatun daha nice söz söylemiş. Uruz’un evde olmadığını öğrenince Kazan Bey’in içine bir kurt düş­müş. Yüreğini türlü türlü kaygı bürümüş. Yalnız Burla Hatun’a belli etmemiş. Hatta onu rahatlatmak için bir iki söz söylemiş: “Ay güzelim, dur hele! Yağmur yağmadan git­me sele! Oğlum yanımda olsa gelir, senden sorar mıydım? Korkma. Kaygılanma. Çok güzel av avlıyordu. Yay gerip ok atıyordu. Bir ara yabani geyik peşine takıldı gitti. Demek ki avın tadını aldı. Dağları kırıp geçirecek değil ya! Bugün yarın çıkar, gelir.” deyip gözlerini kaçırmış. Burla Hatun, Kazan Bey’e, “Ey Salur Kazan! Ancak, Atım yorgun, ben yorgu­num.’ demez de izinin üstüne döner gidersen oğlumun avda olduğuna inanırım. Yoksa nafile!” demiş. Ağım ağım ağlama­ya devam etmiş.

Kazan Bey ağır usul, “Han kızı Burla Hatun! Bana yedi gün mühlet ver. Uruz’um yerde ise çıkarayım. Gökte ise in­direyim. Bulursam alır gelirim. Bulamazsam Allah verdi. Al­lah aldı, neyleyim. O zaman seninle birlikte ben de feryat figan eylerim.” demiş, izinin üstüne dönerek geldiği dağlara yürümüş. Diğer yandan Burla Hatun’a duyurmadan Oğuz yiğitlerine haber eylemiş: “Oğlum kâfir elinde esir! Doksan tümen genç Oğuz arkamdan gelsin. Beyler bunu böyle bil­sin.” demiş.

Kazan Bey gecesini gündüzüne katarak kâfirle savaştığı yere gelmiş. Meydanı bir uçtan diğer uca aramış. Bir yerde Uruz’un büyük cins atı ile şehit düşen kırk arkadaşını gör­müş. O an Kazan Bey’in aklı başından gitmiş. Nefesi göğsün­den çekilmiş. Gözlerine kara perdeler inmiş. Boğazında bir hıçkırık düğümlenmiş. Ağzının içi buz gibi olmuş. Sağlam kemikleri toz gibi olmuş. Atından aşağı tulum gibi yığılıp kalmış. Nihayet kendini toplayıp kırk kuzunun arasında oğlunu aramış. Uruz’un altın kamçısını, çelik miğferini bul­muş. Ama ne ölüsünden eser varmış ne de dirisinden. Kazan Bey, Uruz’un hâlâ sağ fakat kâfir elinde esir olduğunu anla­mış. Ancak oğlunun sağ olduğuna mı sevinsin; esir gittiğine mi yansın, bilememiş. Kendi kendine kahredip kurtlar gibi ulumuş. Gökler gibi haykırmış: “İhtiyarlık çağımda kâfire aldırdığım oğul!” diye diye ağlayarak kâfirlerin ordugâhına doğru at sürmüş.

Kâfirler Uruz’u getirmişler. “Giren bassın, çıkan bassın. Kazan oğlu Uruz, acı çeke çeke ölsün! Oğlunun, postalla­rımızın altında öldüğünü duyunca Kazan’ın yüreğine iner. Oğuzlara çifte ölüm olur. Bir taşla iki kuş vururuz.” diyerek Uruz’u bir keçeye dolamışlar. Ordugâhlarının eşiğine yüzü­koyun yatırmışlar. Ordugâhtan giren çıkan Uruz’u çiğneyip geçmeye başlamış. Bu sırada Beylerbeyi Salur Kazan yetişmiş. Kâfirin üzerine at sürmüş. Kâfirler Kazan’ın yalnız geldiğini görünce alkış tutmuşlar: “Kendi ayaklarıyla gelen Kazan’ı da tutalım. Kollarını arkasına kıvırıp bağlayalım. Oğlu ile çap­razlama yatıralım. Önce babasına, sonra oğluna basıp geçe­lim. Kazan’ın kökünü kurutalım.” demişler.

Bin kâfir atlanmış. Kazan Bey’in üzerine üşüşmüş. Alp­lar alpı, kahramanlar kahramanı, bahadırlar bahadırı Salur Kazan, deve gibi bağırmış. Boğa gibi böğürmüş. Arslan gibi kükremiş. Şimşek gibi çakmış. Yıldırım gibi akmış. Kılıcını sıyırıp tek başına kara dinli kâfirin üzerine atılmış. Bir müd­det kâfir arasında rüzgâr gibi esmiş. Döne döne kılıç çalıp baş kesmiş. Beş yüz kâfirin kara kanını yeryüzüne akıtmış. Kâfirleri tam bastıracağı sıra iki bin, üç bin, dört bin kâfir daha üstüne yüklenmiş. Kazan Bey, bir anda karınca yuvası­nın ortasında kalmış buğday tanesine dönmüş.

Kul sıkışmayınca Hızır yetişmez derler. Kavga kokusunu alan Oğuz yiğitleri bir bir yetişmiş. Görelim hanım, kimler yetişmiş:

Kara dere ağzında doğan, kara boğa derisi beşiğinin ör­tüsü olan, öfkesi tutunca dağı taşı kül eyleyen, kara bıyığını ensesinin yedi yerinde düğümleyen, yiğitler ejderhası, Kazan Bey’in kardeşi Kara Göne dörtnala yetişmiş. “Anam oğlu, babam oğlu ağam Kazan! Çal kılıcını, ben geldim.” demiş. Kâfirin sağ kanadına kıran gibi girmiş.

Bunun ardınca görelim, kimler yetişmiş:

Demirkapı Derbent’ini basıp alan, mızrağının ucunda er böğürten, Kazan gibi pehlivanı tutunca yere vuran Kıyan Selçuk oğlu Deli Dündar yetişmiş: “Çal kılıcını beyim Ka­zan! Yetiştim!” demiş. Kâfirin sol kanadına tırpan gibi girmiş.

Bunun ardınca görelim kimler yetişmiş:

Parasar’ın Bayburt Kalesi’nden fırlayıp uçan, kudretli Oğuzların imrenileni, Kazan Bey’in en çok güvendiği, boz aygırlı Beyrek dörtnala yetişmiş: “Çal kılıcını ağam Kazan! Ulaştım!” demiş. Kâfir düşmanın ardını çevirmiş.

Bunların ardınca daha kimler yetişmiş:

Bin kavmin başı Döger yetişmiş. Onun ardınca Büğ- düz başı Emen yetişmiş. Onun ardınca Kazan Bey’in dayısı ihtiyarlar başı Aruz Koca yetişmiş. Saymakla tükenmez. İç Oğuz, Dış Oğuz beyleri hep gelmiş. Bey hanımı, han kızı boyu uzun Burla Hatun, kırk kız ile yetişmiş. Gelen meyda­na girmiş. Kâfirlerin üzerine atılmış. O gün ciğerinde mertlik olanlar meydana çıkmış. Namertler girecek delik gözetmiş. O gün kıyamet gibi bir savaş olmuş. Meydan boydan boya baş olmuş. Derelerde tepelerde kâfirin köküne kıran girmiş. Kaçanın ardından gitmemişler. Aman dileyene vurmamışlar.

Salur Kazan merkeze, tekfurun üzerine varmış. Tekfur, korkudan havale geçirmiş. Kazan Bey’in kılıcının altında ödü patlayıp ölmüş. Erkek arslan, arslan da; dişi arslan, arslan de­ğil mi? Kâfirin kara tuğunu servi boylu Burla Hatun, kılıç çalıp düşürmüş. Varıp oğlunu kurtarmış. Bağrına basıp saçı­nı başını koklamış. Oğlunu düştüğü yerden tutup kaldırmış. Artık Uruz’un sızlar yeri sızlamaz olmuş. Ağrıyan yeri ağrı­maz olmuş. Kâfir elinden kurtulunca gövdesine yedi dağın dinçliği gelmiş. Yüreğine yedi denizin coşkusu gelmiş. Göz­lerine şeker yiyen çocukların neşesi gelmiş. Bu arada Beyler­beyi Salur Kazan gelmiş. Oğlunu kucaklayıp koklamış. Baba oğul sevinçten ağlaşmışlar. Salur Kazan, “Oğul, oğul, ay oğul! Artık ölsem de gam değil. Sen varken gözüm arkada kalmaz. Yerime yurduma yaban uğramaz.” demiş. Oğluna bin iltifatı birden eylemiş.

Oğuz yiğitleri, Akçe Kale Sürmeli’ye gelmişler. Kazan Bey, burada kırk büyük otağ kurdurmuş. Yedi gün, yedi gece ziyafet vermiş. Oğlunun başı için, kırk evli kul ile kırk cariye azat etmiş. Kahraman yiğitlere, il, ülke vermiş. Altın gümüş dağıtmış. Elbise kaftan bağışlamış. Dedem Korkut gelerek neşeli havalar çalmış. Uruz’un esir düştüğü bu Oğuznâme’yi düzmüş. Salur Kazan’ın marifetini, yiğitliğini, cömertliğini övüp anlatmış. Sonra beş kelime dua kılmış:

Hani dediğim beyler!

Dünya benim diyenler!

Ecel aldı, yer gizledi.

Fani dünya kime kaldı?

Gelimli gidimli dünya,

Son ucu ölümlü dünya! Güvendiğin dağlara kar yağmasın. Dağ gibi sağlam yiğit­lerin yıkılmasın. Kaba gölgeli ağacın kesilmesin. Taşkın akan tatlı suların kurumasın. Kadir Mevla, kimseyi namerde muh­taç eylemesin. Kardeş ayarındaki ak boz atın koşarken sen­delemesin. Dost yapılı kılıcın kavgada çentilmesin. Allah’tan ümidin kesilmesin. Son nefeste Allah arı imandan ayırmasın. Huzurunda dua kıldık. Allah, duamızı kabul eylesin. Güna­hımızı adı güzel Muhammed’in yüzü suyu hürmetine bağış­lasın. Hanım hey…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.