ARUZ KOCA OĞLU BASAT İLE TEPEGÖZ

Dış Oğuzların Aruz Koca adında bir beyi varmış. Aruz Koca’nın, arslan parçası iki de oğlu varmış. Büyüğüne Kıyan Selçuk derlermiş. Küçüğü ise daha adı konmamış, apa­lak topalak üç günlük bir bebekmiş.

Bir gece, el gün uykuda iken Dış Oğuzlara baskın olmuş. Her otağı yüz, beş yüz kâfir birden tırtıl gibi dalamış. Gece­nin bir yarısı, can pazarı kurulmuş. Herkes can derdiyle kaçı­şırken Aruz Koca’nın üç günlük oğlancığı anasının sırtından kayıp düşmüş. O kargaşada kaybedilmiş. Kâfirler gittikten sonra bebeği çok aramışlar. Ama bir türlü bulamamışlar.

Ölüsü olan bir gün ağlar. Delisi olan her gün ağlar. Be­beklerinin kaybedilmesi üzerine Aruz Koca’nın evinde her gün, her gece bir ağıt kopmuş. Derken üç, dört, beş yıl geç­miş. Bebeğin acısı biraz küllenmiş. Günlerden bir gün Aruz Koca’nın at çobanı telaşla gelmiş: “Beyim, sazlıktan adama benzer bir arslan çıkar. Arslan dedimse eli, yüzü tıpa tıp adam ama dört ayak üstünde yürür. Arslan gibi kükrer. Atlarımızı tutup kanını emer. Ne idüğünü ben bilemedim. Bir de sen baksan!” diye haber vermiş. Bunu duyunca Aruz Koca’nın gözleri parlamış: “Bu benim gece baskında kaybolan oğlum olmasın sakın!” demiş. Derhâl Dış Oğuz beylerini toplayıp doğru sazlığa varmış. İz sürüp arslan yuvasını bulmuş.

At çobanının gördükleri doğruymuş. Arslan yavrularının arasında bir insan evladı yaşarmış. Meğer bu Aruz Koca’nın kaybolan oğluymuş. Oğlanı düştüğü gece bir arslan bulmuş. Götürüp yuvasına koymuş. Sütünden emzirmiş. Yavruları ile beraber besleyip büyütmüş. Oğlan günden güne adama ben­zer bir arslan olmuş. Beylerin birkaçı varıp arslanı tutmuş. Aruz Koca da oğlanı kucaklayıp almış. Doğruca yurduna getirmiş. Attan aygır, deveden buğra, koyunda koç kurban etmiş. İç Oğuzlara, Dış Oğuzlara ziyafet çekmiş. Açları do­yurmuş. Çıplakları giydirmiş. Kaybolan oğlunu bulduğu için yedi gün, yedi gece şölen vermiş.

Günler, yıllar sonra Aruz Koca’nın evinin havası değişmiş. Otağı ocağı yeniden şenlenmiş. Kızının gelinin yüzü güler olmuş. Ağılda koyunu kuzusu oynaşır olmuş. Ama bu şenlik, bu esenlik uzun sürmemiş. Oğlan, kaçar kaçar gider, arslan yuvasına sığınırmış. Aruz Koca, ne kadar tutmuş, geri getir­miş ise de oğlan bir türlü insan arasına karışmamış. Anasının babasının yanında durmamış. Sonunda Dedem Korkut’a ha­ber etmişler.

Dedem Korkut çıkagelmiş. Gitmiş, oğlanı arslanın al­tından almış. Baba ocağına getirmiş. Tertemiz hamam ettir­miş. Aklandırıp paklandırmış. Yemeyi içmeyi, insanca otu­rup kalkmayı göstermiş. İnsan dilini bilmeyen oğlanı dizine oturtmuş. Bir keramet ile oğlana dil öğretmiş. Konuşmayı, dinlemeyi öğretmiş. İyilikten, güzellikten, faziletten bahset­miş. Hatır gönül işlerinden haber vermiş. Oğlan artık söz dinler bir arslan olunca Dedem Korkut, “Yavrucuğum sen insanoğlu insansın! Güzel atlara binecek, iyi huylu yiğitler ile arkadaşlık edeceksin. Büyük kardeşinin adı Kıyan Selçuk’tur. Senin adın da Basat olsun. Adını ben verdim. Yaşını Allah versin.” deyip hayır dua etmiş. O günden sonra Basat, ana baba sözü dinleyen güzel bir yiğit olmuş.

Ay batmış, gün dolanmış. Oğuzların yayla zamanı gelmiş. Aruz Koca’nın Konur Koca adında sarışın bir çobanı varmış. Bu yüzden ona Sarı Çoban derlermiş. Sarı Çoban, yayla vakti gelince yükünü çözer, dengini tutar, her sene herkesten önce yaylaya çıkarmış. Günlerden bir gün yine yükünü çözmüş, dengini tutmuş. Oğuzların önü sıra yayla yoluna düşmüş. Yol üzerinde Uzun Pınar adında bir pınar varmış. Oğuzlar gi­dip gelirken Uzun Pınar’ın soğuk suyundan içer, bir müddet burada eğleşir, yorgunluk giderirmiş. Sonra tekrar yollarına koyulurmuş. Gel gelelim, Uzun Pınar’ın başı her zaman boş değilmiş. Burası perilerin de uğrak yeriymiş. Periler ise bu pı­nara, “Güzellik Pınarı” derlermiş. El ayak çekilince o civarın perileri gelir, Uzun Pınar’ın suyunda yıkanır, arınır, aklanır, paklanırmış. Bir kat daha güzelleşir gidermiş.

Sarı Çoban, sürünün arkasını toplayarak aşağıdan gelmiş. Koyunları sulamak için Uzun Pınar’a doğru sürmüş. Sürüye baş çeken erkeç teke, pınara varacağı sıra bir anda ürkmüş. Geri dönüp burnunun dikine doğru kaçmış gitmiş. Erkeç teke, ürküp gidince sürü de onun ardınca koşturmuş. On bin koyun bayır aşağı kaçışmış. Çil yavrusu gibi dağılmış. Sarı Çoban, erkecin ardından koşarak kötü kötü söylenmiş: “Ba­tası teke! Koca sürüyü ip gibi eğiriyor. Kirmen gibi çeviriyor.

Seni kesip atmalı. îtlere yedirmeli. Keçi de damızlıksız kalırsa kalsın!” demiş. Erkecin boynuzuna bir iki değnek indirmiş. Oradan sürüp tekrar pınara doğru varmış. Erkeç, sürünün başını çeke çeke pınara yaklaşmış. Ama yine ürkmüş. Ko­yunlar da onun ardından dağılmış. Bu sefer her biri bir dağa gitmiş. Az evvel erkece kızan Sarı Çoban, “Allah Allah! Bu gün bu sürüde bir iş var! Susuz davarın pınardan kaçtığı ne­rede görülmüş? Acaba pınarda mı bir şey var?” deyip koşmuş. Pınara varmış. Bakmış ki pınar başı, boş değil.




Meğer o gün iki peri kızı, kuş suretinde kanat kanada vermiş, Güzellik Pınarı’na inmiş. İnsan olup Uzun Pınar’ın berrak suyuyla dökünmüş, yıkanmışlar. Misler gibi aklanmış paklanmışlar. Olup bitenlerden habersiz, güneşe karşı geç­mişler. Uzun uzun taranmaya başlamışlar. Sarı Çoban, peri kızlarını görünce çarpılmış. Onların güzelliği karşısında ade­ta büyülenmiş. Bir anlık gaflet ile aklından kötü düşünceler geçirmiş. Kızların güzelliğine tamah eyleyip omuzundan ke­peneğini çıkarmış. Peri kızlarının üzerine atmış. O an kızlar­dan biri kaçmış. Kanatlanıp gitmiş. Ama diğeri onun kadar talihli değilmiş. Kepeneğin altında kalakalmış. Bir yere gi­dememiş. Sarı Çoban, peri kızını tutunca kaşla göz arasında iğfal etmiş. Sonra dağılan sürüyü toparlayıp yeniden yayla yolunu tutmuş.

Peri kızı, iffetini kaybedince olduğu yere yığılmış. Kolu kanadı tutmaz olmuş. Zavallı, ahuvah etmiş. Acı acı inle­miş. Ağım ağım ağlamış. Gözlerinden kanlı yaşlar dökmüş. Tırnak vurup al yanaklarını yırtmış. Saçını başını yolmuş. Onun kahrından yer yerinden oynamış. Dağlar alıp başını yürümüş. Coşkun akan sular titremiş. Kaba gölgeli, ulu ağaç­lar hışırdamış. Koca çayırların çimi, bayırların çimeni sararıp solmuş. Güneş çekilmiş. Gök gürlemiş. Kızıl bir karanlık çökmüş. Dağların kurdu kuşu ovaya inmiş. O gün garip bir gün olmuş. Sanki kıyamet kopmuş.

Sarı Çoban, gördüğü manzara karşısında küçük dilini yutmuş. Korkudan gözünün feri kaçmış. Dizlerinin bağı çö­zülmüş. Yüzünün kanı çekilmiş. Bir anda beti benzi atmış, sararıp solmuş. Ama bir yandan da peri kızının derdine düş­müş. Aklını fikrini ondan ayırmaz olmuş. Sarı Çoban, bir müddet gitmiş ki peri kızı uçarak gelmiş.Yukarıdan seslen­miş: “Çoban, çoban! Bunu yapmayacaktın. Oğuzların başına bela aldın. Oğuzlara yokluk getirdin. Yıl tamamlanınca gel de emanetini al.” Deyip havalanmış gitmiş! Gitmiş ama söz­leri de Sarı Çoban’ın korkusunu ikiye üçe katlamış. Fakat zamanla bunların üzeri küllenmiş.

Günler, geceler geçmiş. Yıl dolanmış, mevsim dönmüş. Yine yaz ayları gelmiş. Oğuzlar yaylaya göçmek için hazırlığa başlamış. Sarı Çoban, yine herkesten önce yola düşmüş. Az git­miş, uz gitmiş. Bir kuşluk vakti Uzun Pınar’a yetmiş. Koyunlar pınara doğru varınca ürkmüş. İçlerine kurt girmiş gibi her biri bir tarafa kaçışmış. O an Sarı Çoban, peri kızının sözlerini ha­tırlamış. Büyük bir korkuya kapılarak pınara yaklaşmış. Bir de ne görsün? Orada başı belirsiz, sonu belirsiz, deve işkembesine benzer, bir varlık yığılmış yatıyor. Yaldır yaldır yanıyor. Parıl parıl parlıyor. Kıpır kıpır oynuyor. Sarı Çoban, bunu görünce hayretle, “Bu da ne ki?” diye kendi kendine söylenmiş. Tam bu sırada iffetiyle oynadığı peri çıkagelmiş: “Çoban, çoban! İşte emanetin! Al hadi! Al da Oğuzların başına bela al!” demiş. Uçup gitmiş.

Peri kızı gidince Sarı Çoban, “Bu nedir ki?” deyip yal­dır yaldır yanan, parıl parıl parlayan, kıpır kıpır oynayan, başı sonu belirsiz yığınağa bir tekme atmış. Yığınak bir anda büyümüş. İki katına çıkmış. Bir tekme daha atmış. Yığınak dört katı büyümüş. Sarı Çoban, dehşete düşerek geri doğru çekilmiş, yığınağı sapan taşına tutmuş. Taş değdikçe yığınak katbekat büyümüş. Sarı Çoban, aklını oynatmadan kaçmış. Dağılan sürünün ardına düşmüş. Toparlayıp gitmiş.

Sürü gittikten sonra yükler sarılmış. Denkler tutulmuş. Kudretli Oğuzlar, atlarla, develerle yayla yoluna çıkmış­lar. Bayındır Han ile kudretli Oğuz beyleri geze geze Uzun Pınar’a gelmişler. Birer yudum soğuk su içmek için pınar ba­şına varmışlar ki ne görsünler? Yaldır yaldır yanan, parıl parıl parlayan, kıpır kıpır oynayan, başı sonu belirsiz, deve işkem­besine benzer bir ucube… Şaşkınlıktan ağızları açık kalmış. Hanlar, beyler o gün bir yaşlarına daha girmişler. Beylerden biri inmiş: “Han’ım, bu nedir ki?” deyip çizmesinin ucuyla yığınağa hafifçe dokunmuş. Yığınak bir anda büyümüş. İki katına çıkmış. Bir daha vurmuş. Dört katına çıkmış. Aruz Koca, attan inivermiş. Bir tekme sallamış. Ayağı kayıverin- ce mahmuzu yığınağı ikiye yarmış. Yığınak yarılınca içinden kötü kokulu bir su boşanmış. Çıka çıka da bir erkek bebek çıkmış. Bu bebeğin eli, kolu, ağzı, burnu yerli yerindeymiş. Ama geniş alnının üstünde bir tek gözü varmış. O da kor gibi yanıyormuş.

Aruz Koca, bebeği almış. Kaftanının eteğine sarmış. Bayındır Han’a dönerek, “Han’ım, bu Tepegöz’ü bana ver. Arslan yavrusu Basat’ım ile kardeş olsun. Birlikte büyüsün­ler.” demiş. Bayındır Han, Aruz Koca’yı kırmamış: “Al baka­lım Aruz Koca. Biri arslan, biri kaplan iki oğlun vardı. Bir de ateş parçası oğlun oldu. Artık sana kim güç yetirebilir?” diyerek latife etmiş. Beyler, Bayındır Han’ın sözlerine gülüm­semişler. Yiyip içip dinlendikten sonra yaylaya çıkmışlar.




Aruz Koca, ateş bakışlı Tepegöz’ü eve getirince bir dadı çağırmış. Tepegöz’ü dadının kucağına vermişler: “Güzel güzel emzir. Başında gezdir. Ninnilerle uyut. Çabucak büyüt!” diye tenbih üstüne tenbih etmişler. Dadı, memesini Tepegöz’ün ağzına vermiş. Tepegöz, bir kere somurmuş, dadının sütünü almış. İki kere somurmuş, kanını almış. Üç kere somurmuş, canını almış. Birkaç tane daha dadı getirmişler ama hepsinin sonu aynı olmuş. Peri oğlu Tepegöz’ü ancak kazanlar dolusu sütle doyurabilmişler. Tepegöz, böyle böyle büyümüş. Derken yürümüş. Diğer çocuklarla koşup oynamaya başlamış. Fakat ayrıksı damarı tutunca da çocuklardan kiminin kulağını yemiş. Kiminin burnunu koparmış. Tepegöz’ün elinden illallah geti­ren ana babalar Aruz Koca’ya şikâyet üstüne şikâyet etmişler. Aruz Koca o kadar anlatmış, dövmüş, sövmüş ama Tepegöz’ü bir türlü adam edememiş. Sonunda evden kovmuş.

Tepegöz, Oğuz ilinden çıkınca peri anası gelmiş. Oğlu­nun parmağına bir yüzük geçirmiş. Eline de biri kınlı, biri kınsız iki kılıç vermiş: “Oğul, bu yüzük parmağında oldu­ğu sürece gövdene ok batmaz. Mızrak işlemez. Derini kılıç kesmez. Bu kılıçlar da tılsımlıdır. Kınsızı insana işler. Kınlısı periye işler. İkisini bir dala asarsan kınsız kılıç, iner kalkar.

Önüne geleni doğrar. Kınlı kılıcın insan eline geçmesini en­geller. Unutmayasın!” deyip gitmiş.

Tepegöz, kılıçları almış. Bir ulu dağa varmış. Salahana Kayası’nın başına konmuş. Burada yol kesip haraç almış. Geleni geçeni canından bezdirmiş. Büyük haramî olmuş. Kendisine saldıranları ise diri diri yiyip bitirmiş. Yiyecek bu­lamayınca da çocuk dememiş, çoban dememiş, ne bulmuşsa yemiş. Gün gelmiş, Oğuzlardan da adam almaya başlamış.

İç Oğuzlar, Dış Oğuzlar bir gün toplanmışlar, Tepegöz’e saldırmışlar. Ok atmışlar, girmemiş. Mızrak vurmuşlar, bat­mamış. Kılıç çalmışlar, kesmemiş. Tepegöz, bunlara kızıp bü­yük bir ağacı kökünden sökmüş. Üzerlerine fırlatmış. Elli alt­mış kişiyi birden helak eylemiş. Alplar başı Salur Kazan’a bir darbe atmış. İki burnundan düdük gibi kan fışkırmış. Kara Göne’yi evire çevire dövmüş. Düzen oğlu Alp Rüstem’in canını almış. Uşun Koca gibi pehlivanın nefesini kesmiş. Demir giyimli Mamak’ı perişan etmiş. Kendisini besleyip büyüten aksakallı Aruz Koca’ya kan kusturmuş. Oğlu Kıyan Selçuk’un ödünü patlatmış. O gün, Oğuzlara hiç görmedik­leri bir iş eylemiş.

Oğuzlar, Tepegöz ile baş edemeyince, yedi kere göçmeye yeltenmişler. Ama her seferinde Tepegöz gelip onları oldukla­rı yere geri kondurmuş. Kudretli Oğuzlar, Tepegöz’ün elinde zebun olmuş. Nihayet Dedem Korkut’a haber salmışlar. De­dem Korkut gelip olanları dinlemiş: “Anlaşmaktan başka çare yok.” deyip Tepegöz’ün yanına varmış. Önünde el bağlayıp selam vermiş: “Oğul Tepegöz! Oğuzlar, elinden perişan oldu. Beni de ayağının tozuna attılar. Sana haraç verelim de bu iş daha fazla uzamasın.” demiş. Tepegöz, “Madem öyle, yemem için günde altmış adam verin.” demiş. Dedem Korkut, “Te­pegöz oğul! Dediğin gibi olursa; Oğuzlarda adam bırakmaz, yersin! Sana günde iki adam ile beş yüz koyun verelim. Ne dersin?” demiş. Tepegöz, hizmetini gördürmeye iki adam daha isteyip bu teklifi kabul etmiş.

Oğuz ülkesinde Yünlü Koca ile Yapağılı Koca adında iki ihtiyarcık varmış. Tepegöz’ün hizmetine bu ikisi gönüllü ol­muş. Günde iki adam ile beş yüz koyunu da götürüp verme­ye başlamışlar. Dört oğlu olan birini vermiş. Üç oğlu kalmış. Üç oğlu olan birini vermiş. İki oğlu kalmış. İki oğlu olan birini vermiş. Bir oğlu kalmış. Tekrar sıra dönmüş dolaşmış. Başa gelmiş. Meğer hanım, Aruz Koca’nın oğulcuğu Basat Oğuz ülkesinde değilmiş. Gazâ’da imiş. O gün bol ganimetle çıkagelmiş. Yalnız, anasını babasını, elini obasını yas içinde, feryat figan ediyor bulmuş.

Tepegöz’ün Oğuzlara ettiğini duyunca Basat’ın aklı ba­şından gitmiş. Daha teri kurumadan at binmiş. Salahana Kayası’na gelmiş. Tepegöz’ü güneşe karşı yatar görmüş. Ona görünmeden bütün gücüyle demir uçlu sivri bir ok atmış. Ok vızlayıp gitmiş. Tepegöz’e çarpıp iki parçaya bölünmüş. Basat, nefesini iyice toplayıp bir ok daha atmış. O da yıldırım gibi gitmiş. Tepegöz’e çarpınca parçalanıp yere düşmüş. Bir ok daha atmış ise de akıbeti aynı olmuş.

Tepegöz, bir ara gözünü açmış: “Kocalar! Buranın sine­ğinden usandım. Havadar bir yere gidelim.” Deyip doğrul- muş. Bu sırada Basat’ı görmüş: “Hele şuna bakın! Oğuzlar­dan turfanda bir kuzu gelmiş. Hem de kardeş dediğim Basat gelmiş.” demiş. Basat’ı tutuverip inine getirmiş. Çizmesinin içine hapsetmiş. Ağzını sıkıca bağladıktan sonra, “ihtiyarlar! Bunu, ikindi vakti çevirin. Afiyetle yiyeyim.” demiş. Tekrar yatıp uyumuş.

Basat, hançeriyle çizmeyi yarıp çıkmış. Tepegöz’ün uyu­duğunu fırsat bilerek Yünlü Koca ile Yapağılı Koca’nın ya­nına sokulmuş: “Emiceler! Tepegöz’ün almaz yeri neresi­dir? Ölümü neden olur?” diye usulca sormuş. Yünlü Koca, “Basat’ım! Gözünden başka yerinde et yoktur. Ötesini ben bilmem.” demiş. Bunun üzerine Basat ocağa bir şiş koymuş. Ateşi iyice harlayıp şişi nar gibi kızartmış. Tepegöz’ün başu- cuna varıp adı güzel Muhammed’e salâvat getirmiş. Kızgın şişi Tepegöz’ün tek gözüne şimşek gibi saplamış. Tepegöz’ün gözünden ateş çıkarmış. Tepegöz, can havliyle yerinden fırla­yıp bir nara atmış ki, yer yerinden oynamış.

Bu sırada Basat koşup mağaraya saklanmış. Tepegöz, he­men mağaranın ağzını tutmuş. Bir ayağını kapının bir yanına, diğer ayağını öbür yanına dayamış. içerdeki koyunlara, “Hey, koyun başı erkeç! Bir bir gel de geç!” diye seslenmiş. Erkeç yattığı yerden kalkıp yürümüş. Koyunlar da onun ardınca bir bir hareketlenmiş. Tepegöz, gelenin başını yokladıktan sonra bacağının arasından dışarı bırakmaya başlamış. Basat, hemen iri bir koç tutup meletmeden boğazlamış. Kafasıyla kuyruğunu koparmadan derisini yüzmüş. Başı kuyruğu koç olan derinin içine girmiş. Emekleye emekleye mağaranın ka­pısına gelmiş. Tepegöz, Basat’ın geldiğini anlayınca, “Bre sa­kar koç! Seni duvara çalayım da duvar, kuyruk yağı görsün.” diyerek uzanmış. Basat, hemen koç kafasını Tepegöz’ün eline tutuşturup, bacağının arasından öte yana geçmiş. Tepegöz, Basat’ın hâlâ derinin içinde olduğunu sanarak boynuzdan tutmuş. Hışımla duvara çalmış. Duvar boydan boya yağlan­mış ya! Basat gülmüş. Tepegöz, sese kulak kabartıp, “Kur­tuldun mu Basat!” demiş. Basat ise, “Allah kurtardı.” demiş.

Tepegöz, sesini yumuşatarak, “Pes! Sen kazandın. Canımı bağışlamana karşılık tılsımlı yüzüğümü vereyim. Parmağına taktıktan sonra sana ok batmaz. Kılıç işlemez.” Deyip serçe parmağını uzatmış. Diğer eline de hançerini almış. Basat, yak­laşınca Tepegöz hançerini sağa sola sallamış. Ama Basat, te­tik davranmış. Uz gibi durmuş. Biz gibi vurmuş. Tepegöz’ün parmağından tılsımlı yüzüğü çıkarıp almış. Tepegöz, Basat’ı ele geçiremeyince son hileye başvurmuş: “Aman, kardeşim Basat! Sana türlü kötülük düşündüm. Tek gözümden sonra tılsımlı yüzüğümü de yitirdim. Artık gözüm görmüyor, elim tutmuyor. El eline muhtaç oldum. Biri yemek verip yemez­sem yaşayamam. Medet senden! Şu kümbetin içinde altın akçe yığılıdır. Onlar sana bana, hatta yedi sülâlene yeter. Bir de orada iki kılıç asılıdır. Kınsız kılıç perilere işler. Kınlı kılıç insanlara işler. Hazinemi alınca çok zengin olursun. Yüzüğü­mü takınca sana sivri, keskin demir işlemez. Kılıçlara sahip olursan artık karşında, ne insan durabilir ne de peri. Yeryüzü­nün en zengini, en güçlüsü sen olursun. Bunlara karşılık beni yeniden kardeşin bil. Hayatımı bağışla!” deyip kör gözünden güç bela bir damla yaş çıkarmış.

Basat, Tepegöz’ün hilesine aldanmış görünüp kümbete girmiş. Gerçekten de kümbetin içinde ağzına kadar ağır ha­zine ile dolu, büyük sandıklar varmış. Sandıkların üstünde de biri kınlı, biri kınsız iki kılıç asılıymış. Yaldır yaldır ya­nan, parıl parıl parlayan altını, mücevheri görünce Basat’ın tebdili şaşmış. Aklı başından gitmiş. Tamah eylemiş. Bir an varıp altınlara elini daldırmak istemiş. Fakat birden geri çeki­lip, “Tedbirli giden, gül devşirir. Tedbirsiz giden, yol şaşırır. Tepegöz’e güven olmaz.” demiş. Hazine dolu sandıklara ya­vaş yavaş yanaşmış. O an kınsız kılıç rüzgâr gibi yukarı aşağı, sağa sola gidip gelmiş. Basat, kılıç darbesinden kendini zor kurtarmış. Kara çelik kılıcını kınsız kılıcın önüne tutarak bir daha varmış. Kınsız kılıç, bu sefer şimşek gibi çakmış. Basat’ın kılıcını iki parçaya bölüp atmış. Basat, gidip bir kü­tük getirmiş. Onu da kılıcın önüne tutmuş. Kınsız kılıç koca kütüğü de iki parçaya bölmüş. Basat, o zaman anlamış ki kınsız kılıç periye değil, insana işler. Nihayet bir taşla vurup kılıcı ileri geri sallandırmış. Geriden bir ok atıp kılıcın asıldı­ğı kayışı koparmış. Kınsız kılıç, yıldırım gibi inmiş. Mağara­nın tabanındaki kayaya kabzasına kadar gömülmüş. Bir daha da oradan çıkmamış.

Basat, kınlı kılıcı alarak dışarı çıkmış. Tepegöz’ün karşısı­na dikilmiş: “Çok çalışıp bol hazine biriktirmişsin Tepegöz! Artık tılsımlı yüzüğün yok. Kınsız kılıcın kayaya saplandı. Diğeri de benim elimde.” deyince Tepegöz, “Sen daha ölme­din ha! Vay başıma gelenler!” deyip acı acı inlemiş.

Basat, “Öldürmeyen Allah öldürmez, Tepegöz!” deyip tıl­sımlı kılıcı tutmuş. Kınından yavaşça sıyırmış. Ortalığı kes­kin bir çelik sesi doldurmuş. Mübarek gün yüzü görünce alev alev yanmış. Işıl ışıl parlamış. Basat, nefesini tutup ateş ağızlı kılıcı rüzgâr gibi kaldırmış. Tepegöz, kılıcın nefesini duyunca deve gibi iki dizinin üstüne çöküp böğürmüş: “Ben ettim, sen etme Basat! Bana göz acısını tattırdın. Bir de can acısını bildirme!” diye ağım ağım ağlamış. İnim inim inlemiş. Yas yas yalvarmış. Fakat Basat, hiç oralı olmamış: “Bre sütsüz! Ak perçemli anamı ağlatmışsın. Aksakallı babama kan kustur­muşsun. Sırtımın güvenci dağ gibi kardeşim Kıyan Selçuk’u öldürmüşsün. Akça yüzlü yengemi dul bırakmışsın. Ela göz­lü yeğenlerimi yetim koymuşsun. Bıyığı yeni terlemiş Oğuz­ları çok yemişsin. Elleri kınalı kızcağızları kardeşsiz, yarsız bırakmışsın. Ben seni bırakır mıyım?” demiş. Yıldırım gibi indirmiş. Tepegöz’ün başı bir yana, gövdesi diğer yana düş­müş. O an gökyüzü bir başka aydınlanmış. O gün, güneşle ay birlikte görünmüş. Ortalığa hafif bir serinlik yayılmış. Oğuz­ların gönlüne tatlı bir ferahlık gelmiş.

Basat, Tepegöz’ün kellesini sürüyerek mağaranın önüne getirmiş. Yünlü Koca ile Yapağılı Koca’yı Oğuzlara müjdeci salmış. İki ihtiyar ak boz atlara binmiş. Kanatlanıp uçmuş­lar. Bir solukta ulu dağdan aşağı inmişler. İç Oğuzlara, Dış Oğuzlara, Aruz Koca’ya müjde getirmişler. “Basat, Tepegöz’ü hakladı!” demişler. Kudretli Oğuz beyleri, haberi alır al­maz dörtnala kalkmışlar. Salahana Kayası’nda toplanmışlar. Basat’ın hünerini, Tepegöz’ün ise sonunu görmüşler.

Dedem Korkut, o gün neşeli havalar çalmış. Gazilerin ba­şına neler geldiğini söylemiş. Basat’ın boyunu anlatıp onu övmüş. Basat için hayır dua eylemiş: Kara dağa seslendiğin­de, kara dağ cevap versin. Güvendiğin dağlara kar yağma­sın. Kanlı sulardan geçmeyi dilediğinde, akıntılar sana geçit versin. Sığ görünen sular derin olmasın. Erlikle kardeşinin kanını aldın. Kudretli Oğuz beylerini yükten kurtardın. Ka­dir Allah her daim yüzünü ak eylesin Basat! Ölüm vakti gel­diğinde arı imandan ayırmasın. Her ne günahınız varsa adı güzel Muhammed Mustafa’ya bağışlasın. Hanım hey…

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.