HÜSREV Ü ŞÎRÎN

HÜSREV Ü ŞÎRÎN

İran ve Türk edebiyatlarına has klasik mesnevi konusu.

Bir aşk macerasının asırlar boyunca il­gi görmüş ve sevilmiş hikâyesi olan Hüs­rev ve Şîrin’in aslı Sâsânî Hükümdarı Pervîz’in hayatından alınmış olup Şîrîn ü Hüs­rev, Şîrîn ve Pervîz. Ferhâd ve Şîrîn, Ferhadnâme gibi adlarla da bilinmektedir.

Yaşadığı dönemden itibaren Hüsrev’in Şaşaalı saltanatı (590-628), sevgilisi Şîrîn, Şebdîz ile musikişinasları Bârbed. Ni­kisâ ve hazineleri hakkında çeşitli efsane­ler ortaya çıkmıştır. Hüsrev’in çok zengin ve ihtişamlı bir hükümdar olduğunu be­lirten tarihî kaynaklarda onun siyasî ha­yatına geniş yer verildiği halde Şîrin’le münasebetine birkaç satırla temas edilir. Mesnevilerde ise Hüsrev’in siyasî hayatı kısaca geçilirken asıl ağırlığı Şîrin ile olan aşk macerası teşkil eder. Hüsrev’in tarihî şahsiyetinin çok iyi bilinmesine karşılık Şîrin’e ait bilgiler birbirini tutmamakta­dır. Onun, hikâyeye aykırı olarak İran bü­yüklerinden birinin cariyesi diye gösteril­mesi yanında (Mîrhând, I, 265-267; Hândmîr, vr. 92) Hüsrev’in cariyesi (Taberî, III, 114) veya Romalı Hıristiyan bir kız ola­rak da (Lebeau, XI, 501) söz konusu edil­diği görülür. Şöhnâme ise Şîrin’i Ermen ülkesi melikesi Mihîn Bânû’nun yeğeni olarak tanıtır. Nizâmî-i Gencevî ile Ali Şîr Nevâî de onu böyle göstermişlerdir. Hikâ­yenin diğer kahramanı olan Ferhad’ın ta­rihî şahsiyeti ise meçhuldür. Şahneme ve Ravzatü’ş-şafâ’da adı geçmez; Nizâmî’de, Rum diyarında (Bizans) suyolları yapmakla ün salmış usta bir mimar ve mühendis olarak görülür. Şeyhî’nin ese­rinde Hüsrev’in müşaviri Şâvur’un Çin’­den ders arkadaşı olur. Nevâî’de Çin haka­nının oğlu olan bir mimar ve ressamdır (mesnevinin bu kahramanları hakkında daha geniş bilgi için bk. Hüsrev ü Şîrîn |haz. Faruk K. Timurtaşl, hazırlayanın gi­rişi, s. 18-21).

Hüsrev ve Şîrin konusu, edebiyatta ilk defa Firdevsî’nin Şehnâme’sinde siyasî mücadeleler esas olmak üzere yer almış-, sa da ona asıl şeklini vererek başlı başına klasik bir konu haline gelmesini sağlayan Nizâmî-i Gencevî olmuştur. Onun mesne­vi tarzında ölümsüzleştirdiği bu macera kendisinden sonra yüzyıllar boyunca elli­den fazla şair tarafından işlenmiştir. Bu eserler, bazı farklı tarafları bulunmakla beraber hep Nizâmî’nin eserinden ilham alınarak yazılmıştır.

Mesnevinin Nizâmî’deki şekliyle esas çerçevesi şöyledir: Çocuğu olmayan İran hükümdarı Hürmüz’ün Tanrı’ya yakarış­ları ve adakları sonunda dünyaya gelen oğlu Hüsrev, büyük bir itina ile büyütülüp delikanlılık çağına vardığında bir gece rü­yasında gördüğü dedesi Enûşirevân’dan kendisine Allah tarafından şu dört şeyin ihsan edileceği müjdesini alır: Emsalsiz güzellikte bir sevgili, adı Şebdîz olan ha­rikulade bir at, Bârbed adında bir musi­kişinas ve muhteşem bir taht. Hüsrev güngörmüş, ülkeler dolaşmış, maharet­li bir ressam olan nedimi Şâpûr’dan Er­men melikesi Mihîn Bânû’nun Şîrin adın­da dünyalar güzeli bir yeğeni ve onun da Şebdîz adlı bir atının bulunduğunu öğre­nir. Hakkında duydukları ile Şîrin’e âşık olan Hüsrev, Şîrin’i istetmek için Şâpûr’u Ermen diyarına gönderir. Şâpûr. Hüs­rev’in resimlerini yaparak Şîrin’in görebi­leceği yerlere asıp onun ilgi ve merakını uyandırır. Daha sonra da rahip kılığı ile ortaya çıkar ve gerçeği anlatır. Şîrin de resimlerine bakarak Hüsrev’e âşık olur. Hüsrev’in bir yüzüğü ile beraber resmini Şîrin’e veren Şâpûr. Hüsrev’i bulmak üze­re onun ülkesi Medâin’e gitmesini söyler. Şîrin, erkek kıyafetine girip avlanmak ba­hanesiyle atı Şebdîz’e binip saraydan ay­rılır ve Medâin yolunu tutar. Diğer taraf­ta, memleketinin kumandanlarından Behrâm-ı Çûbin’in entrikası yüzünden babası ile arası açılan Hüsrev, sadık bendelerine Şîrin gelecek olursa onu ücra bir köşkte ağırlamaları için talimat verip kıyafetini değiştirerek Ermen ülkesine doğru yola çıkar. Yolda bir göl kenarında konaklar ve gölde yıkanmakta olan Şîrin’i görür. An­cak ikisi de değişik kıyafetlere girmiş ol­duklarından birbirlerini tanımazlar ve ak­si istikamette yollarına devam ederlerse de bir süre sonra durumun farkına varır­lar. Şîrin, Mihîn Bânû’dan izinsiz ayrıldığı için Ermen’e dönemeyeceğini düşünerek Medâin’deki köşkte Hüsrev’in geri dönüşünü beklemeye başlar. Hüsrev ise Mihîn Bânû’nun misafiri olarak Ermen’de has­retle Şîrin’i beklemekte ve yanından ayır­madığı Bârbed’in nağmeleriyle teselli bulmaktadır. Daha sonra Medâin’de ol­duğu öğrenilen Şîrin’i almaya gönderilen Şâpûr onu bulur, birlikte Ermen’e doğru yola çıkarlar. O sırada babasının, kuman­danı Behrâm-ı Çûbin tarafından tahttan indirildiği haberini alarak Medâin’e giden Hüsrev, Çûbin’in tertipleri ve onun askeri karşısında tutunamayıp yeniden Ermen’e hareket eder. Öte yandan Ermen’e varan Şîrin orada Hüsrev’i bulamayınca perişan olur. Ancak bir gün kendini oyalamak için ava çıktığında Hüsrev’le karşılaşır. İki sev­gili günlerini av ve içki âlemleriyle geçir­mekte iken Hüsrev Şîrin’den vuslat ister. Mihîn Bânû’nun kendisine öğüt verip ye­min ettirmiş olması dolayısıyla Şîrin bu teklifi reddeder ve ona her şeyden önce mertlik gereği olarak taç ve tahtını kur­tarmasını söyler. Şîrin’in bu sözleriyle gönlü kırılan Hüsrev bir çare aramak ümidiyle Bizans diyarına gider. Kendisini çok iyi karşılayan Rum kayseri onu kızı Meryem ile evlendirir ve tahtını kurtar­ması için 50.000 kişilik bir ordu ile Me­dâin’e gönderir. Behrâm-ı Çûbin’i zorlu bir savaşla yenen Hüsrev orada yeniden tahtına oturur. Ancak Meryem ile yap­tığı gönülsüz evlilik ona Şîrin’in aşkını unutturamamıştır. Bu arada Mihîn Bânû ölmüş, Şîrin Ermen melikesi olmuştur. Hüsrev’e yaptığı gönül kırıcı muamele­den pişmanlık duymakta ve hâlâ onun aşkıyla yanmaktadır. İçinde bulunduğu ruh haliyle ülkeyi yönetemeyeceğini an­ladığından bir yıl sonra tahtını yakınların­dan birine bırakarak Medâin’deki köşk­te inzivaya çekilir. Bu arada Hüsrev, Şâpûr’u araya koyarak çektiği hasrete daya­namadığını ve görüşme dileğini Şîrin’e iletir. Şîrin ise onun bu talebini artık baş­kası ile evli olduğu için geri çevirir.

Burada maceraya başka bir yön veren olaylar içinde yeni bir şahıs ortaya çıkar. Çocukluğundan beri taze sütle beslenme­ye alışkın olan Şîrin çevre otlaksız oldu­ğundan süt bulmakta zorluk çekmekte­dir. Şâpûr’dan buna bir çare bulmasını ister. Şâpûr da Çin’de kendisiyle birlikte aynı üstattan ders gören arkadaşı Ferhad’ı ona getirir. Şîrin’in isteği üzerine işe başlayan Ferhad, bir ay içinde sarp kaya­lar arasında bir suyolu açıp Şîrin’in köşkü önünde yaptığı havuz ve çeşmeye uzak­taki otlaklardan taze süt akıtmaya baş­lar. Fakat Ferhad daha sesini ilk duyduğu anda Şîrin’e âşık olmuştur. Onun yaptığı işe mükâfat olarak verdiği mücevherleri kabul etmez. Ümitsiz aşkının ıstırabı ile kırlara, dağlara düşer. Gizli tutmak iste­diği aşkı kısa zamanda herkes tarafından duyulur. Durumu öğrendiğinde Ferhad’ı kıskanan Hüsrev, onu huzuruna çağırıp para ve servet teklifiyle onu bu sevdasın­dan vazgeçirmeye çalışır. Razı edemeyin­ce, başardığı takdirde Şîrin’den uzak dur­mayı vaad ederek baştanbaşa sert bir kayadan ibaret olan Bîsütun dağını delip ordunun geçebileceği bir yol açmak gibi olmayacak bir işle oyalamak ister. Şîrin’in aşkından aldığı güçle işe girişen Ferhad her kazma vuruşunda dağın bir parçasını indirir. Şîrin’in ve atı Şebdîz’in tasvirlerini kayalara işleyen Ferhad’ın yaptığı iş dil­lere destan olur. Duyduğu merakla onun çalışmasını seyretmeye gelen Şîrin’in bir ara atı sakatlanıp yuvarlanmak üzere iken Ferhad onu atıyla birlikte havada yakala­yıp köşke götürür. Bu arada açmakta ol­duğu yolu neredeyse dağın öbür ucuna ulaştırabileceği korkusu Hüsrev’e Ferhad’ı aradan kaldırma çarelerini düşündürür. Bu maksatla ona Şîrin’in öldüğü haberini yollar. Duyduğu haberle yıkılan Ferhad derin bir ıstırapla hemen can verir. O sıra­da Hüsrev’in karısı Meryem de ölür. Bu iki ölüm dolayısıyla Hüsrev ile Şîrin birbir­lerine iğneleyici birer baş sağlığı mektu­bu yazarlar. Yaptıklarından özür dileyip Şîrin ile yeniden bir araya gelmek isteyen Hüsrev, onun bu teklife uzak durması karşısında kendisini avutmak için Şeker adlı genç bir kızla evlenir. Fakat bir müd­det sonra Hüsrev Şeker’den bıktığı gibi Şîrin’in de inadı kırılır. Neticede Hüsrev ve Şîrin büyük bir düğünle evlenirler. Hüs­rev’in Şîrin, taht, Bârbed ve Şebdîz’e sa­hip olacağına dair rüyası böylece gerçek­leşmiş olur. Bu şekilde yaşayıp giderler­ken Şîrin’in tesiriyle değişen, varlık ve ha­yatın fâniliği hakkında felsefî düşüncele­re kapılan Hüsrev Şîrin’le beraber inziva­ya çekilir. Hüsrev’in Meryem’den doğan ve tahtın vârisi olan kötü ruhlu oğlu Şîrûye öteden beri Şîrin’e göz koymuştur. Ga­yesine ulaşmak için babası Hüsrev’i bir gece öldürtür. Şîrin’e gizlice haber gönde­rip onu kendisiyle evlenmeye zorlar. Şîrin bu teklifi kabullenmiş görünerek Şîrûye’yi oyalar. Hazırlanan türbeye Hüsrev’in tabutu büyük bir merasimle götürülür. Tek başına türbeye giren Şîrin, belinden çıkardığı hançerle tabutun başında ona sarılmış olarak hayatına son verir.

İran edebiyatında bu aşk macerası üze­rinde mesnevi yazanların sayısı otuzdan fazladır. Nizâmî’nin Penc Gene adlı ham­sesinin ikinci kitabı olarak 576’da (1180) tamamladığı Hüsrev ü Şîrînini şu eser­ler takip etmiştir: Emîr Hüsrev-i Dihlevî’nin Şîrîn ü Hüsrev’i (1299); Türk asıllı olup 770’te (1368-69) Azerbaycan ve Şir­van’da bulunan Ârifî’nin Ferhâdnâme’si; Hâce Şehâbeddin’in müellifin ölümü sebebiyle yarım kalan Hüsrev ü Şîrin’i; Âhî-i Meşhedî ve Kâsımî’nin Hüsrev ü ŞMn’leri; Vahşî-i Bâfki’nin (ö. 991/1583) yazmaya başladığı, ancak çok sonra Vısâl-i Şîrâzî (ö. 1262/1846) tarafından tamam­lanan Ferhad ü Şîrîni: Urfî-i Şîrâzî’nin Ferhad ü Şîrin’i; Şeref-i İsfahânî, Kevserî ve Şâpûr’un Hüsrev ü ŞMn’leri: Mîr Muhsin’in Şîrin ü Hüsrev’i: Âsaf Han, Şerîf Kâşî ve Hindistan Türk Hükümdarı Cihan Şah döneminde yazan Vaslî’nin Hüsrev ü Şîrin’i; Şah Abbas Safevî devri şairi Bezmî’nin Şîrîn ü Ferhad; Rûhü-lemîn Şehristânî, Meşriki ve İbrahim Ed-hem’in Hüsrev ü Şîrîn’leri; Evrengzîb devri şairi Hızrî’nin Hüsrev ü Şîrîni; ay­nı dönemde Fevki’nin Ferhad ü Şîrîni; Nâmî, Şihâb-ı Türşîzî. Ayânî ve Şu’le’nin (XIX. yüzyıl) Hüsrev ü Şîrîn’leri.

Hüseyin Baykara, kendisine nisbet edi­len Mecâlisü’l-hışşâk adlı eserde yer alan kısa bir “Hüsrev ü Şîrîn” hikâyesi sebebiy­le “Hüsrev ü Şîrîn” mesnevisi yazan şairler arasında gösterilirse de bu doğru değil­dir (bk. hüseyin baykara). Aynı hikâye, İmâdüdin Fakih (ö. 773/1371) ve Hilâlîfö. 939/1532-33) tarafından da küçük hacim­de birer mesnevi olarak işlenmiştir (İran edebiyatındaki bu mesneviler hakkında daha geniş bilgi için bk. Timurtaş, ŞM, IV 119611. s. 73-86; Hüsrev u Şîrîn [haz. Fa­ruk K. Timurtaş], hazırlayanın girişi, s. 22-34; ayrıca bk. Browne, I, I 2-18; II, 400-406; Rızâzâde-i Şafak, bk. bibi.; Zehrâ-i Hânlerî.s. 195-196; H. Krenn.LIII [1956], s. 92-96; Mohammad Wahid Mirza, s. 195-!97;Firdevsî, s. 1056-1074).

XIV. yüzyıl ortalarından başlayarak Türk edebiyatında da Hüsrev ve Şîrin konusu­nu işleyen mesneviler yazılmaya başlan­mıştır. Bilinen yirmi iki mesneviden bir kısmı doğrudan doğruya tercüme şeklin­de, geri kalanların çoğunluğu ise hikâye­nin aslında olmayan yeni ve yer yer ma­hallî unsurlar kazanmış çeşitli farklılıklar taşıyan birer adaptasyon durumunda­dır. Hikâye. Türk edebiyatına ilk önce Al­tın Orda şairi Kutb’un Nizâmî’den tercü­me ettiği Hüsrev ü Şîrîn ile (1341) gir­miştir.

Anadolu sahasında ilk “Hüsrev ü Şîrîn”i Aydınoğlu îsâ Bey adına 768’de (1367) Fahrî kaleme almıştır. Nizâmî’nin eserini tercüme eden Fahrî ayrıca Şâhnâme’den de faydalanmış ve mesnevinin konu­sunda bazı değişiklikler yapmıştır. Ondan sonra Şeyhî, II. Murad adına kaleme aldı­ğı mesneviyle Türkçe’de yazılan en güzel ve en başarılı Hüsrev ü Şîrîn’i meyda­na getirmiştir.

Çağatay edebiyatı sahasında konuyu ilk defa Ferhâd ü Şîrîn adıyla 1484 yılında Nevâî kaleme almıştır. Nizamî ve Hüsrev-i Dihlevrnin eserleri başta olmak üzere da­ha önce yazılmış “Hüsrev ü Şîrin”leri in­celemekle işe başlayan Nevâî, konunun özünde bir değişiklik yaparak Hüsrev ye­rine Ferhad’ı merkeze alır. Ona göre aşkı terennüm eden bir eserde, aşkın lezze­tinden ziyade ıstırabını yaşayan kişinin ön planda tutulması gerekir. Böylece diğer mesnevilerde ikinci derecede yer alan Ferhad’ın macerası Nevâî’nin kaleminden Şark masallarından alınmış ejderha, ehrimen, sihirli ayna, tılsım açma gibi söz­lü gelenekten süzülen orijinal motiflerle başlı başına bir hikâye haline gelir. Ne­vâî’nin bu eserindeki hareket noktası ilâ­hî aşkı düşündüren veya ona ulaştıracak platonik aşk motifidir. Dolayısıyla aşk ve aşk azabının hakikati Ferhad’ın macera­sında somutlaştırılır. Hüsrev’in duygula­rını sadece bir heves olarak kabul eden Nevâî onun maddî aşkını önemsiz bulur. Platonik aşkı ve bu aşkın en son noktaya erişinceye kadar geçirdiği bütün safhala­rı sembolik bir anlatımla vermeye çalışan Nevâî, hikâyenin çatısında köklü değişik­likler yapar ve bu yönüyle orijinal bir eser meydana getirir. Ferhâd ü Şîrîn, gerek Nizamî gerek Hüsrev-i Dihlevî gerekse di­ğer benzerlerinden farklı bir yapıda yep­yeni bir mesnevi olarak ortaya çıkar. Ne­vâî, Ferhad’ı Çin hakanının (Çin Türkistanı) ikbal yolları kapanmış bir şehzadesi ola­rak gösterip o dönem Türk coğrafyasın­daki milliyetçi duyguları da eserine sin­dirmiştir.

Nevâî’den sonra bu aşk macerasını mesnevi şeklinde anlatan şairlerin çoğu Osmanlılar arasından çıkmıştır. Hepsi de 11. Bayezid devrinde yaşamış Ahmed Rıd­van, Muîdî. Sadrî, Hayatî, Harîmî(Şehza­de Korkut, Ferhâdü Şîrîn), Âhî (ö. 923/ 1517, Hikâyet-i Şîrîn ü Pervîz ve Rivâyet-i Gülgûn u Şebdîz -yarım kalmıştır-), Celîlî. Lâmiî Çelebi, Ferhâdnâme (918’de |1512| tamamlanan eser, Nevâî’nin Fer­hâd ü Şîrîninden oldukça değişik bir üs­lûpla nakildir), Kanunî Sultan Süleyman devri şairlerinden Arif Çelebi (Ferhâd ü Şîrîn), Şânî (Ferhâdnâme). İmamzâde Ah­med. Halîfe. Mahvî, Fasîh Ahmed Dede ve Salim (III. Selim devri) bunlardandır. Azerî sahasında ise Mustafa Ağa Nasır (XIX. yüzyıl) bir Hüsrev ü Şîrîn tercü­mesi, Nâkâm da bir Ferhâd ü Şîrîn (M. Ali Resulzâde, bk. bibi.) ortaya koymuş­tur. Ayrıca Ömer Bâkî’nin Doğu Türkçesi ile yazılmış Ferhâdnâmesi olduğu bilin­mektedir (Hüsrev ü Şîrîn (haz. Faruk K. Timurtaş), hazırlayanın girişi, s. 22-46).

Türk edebiyatında asırlar boyunca ele alınmış olan bu mesnevi konusu, Ferhad ile Şîrin adı altında az çok değişikliklerle bir halk hikâyesi şeklinde de işlenmiştir (bk. ferhad ve şîrin). Mesnevi. 1870’li yıllarda M. R. rumuzu ile muhtemelen Manastırlı Mehmed Rifat tarafından Hüs­rev ü Şîrîn adını taşıyan on dört fasıllık bir tiyatro eseri haline getirilmiştir. Son zamanlarda Azerbaycanlı bestekâr Üzeyir Hacıbeyli tarafından “Ferhad ile Şîrin” operası meydana getirildiği gibi Ali Şey­hülislâm da “Operet-i Hüsrev ü Şîrin”i ter­tip etmiştir. Bundan başka Zebîh Bihrûz 1920’de İngilizce olarak bir Hüsrev ü Şîrin senaryosu yazmış, Şâh-ı hân ve Bânûyu Ermen adıyla yayımlanan eser (Tahran 1304 hş.) filme de alınıp İran’da ve başka ülkelerde gösterilmiş ve ilgi uyandırmış­tır (Mehmed Emin Resulzâde, s. 355). Hi­kâye ayrıca eskiden beri “Ferhad ve Şîrin” adıyla Karagöz oyunlarında müstakil ola­rak işlenmiştir. Mesnevinin ön plandaki kahramanları ayrıca divan edebiyatında çeşitli edebî sanatlarda mazmun olarak da anılmıştır (bk. ferhad; şebdîz; şî­rin).

Cevap bırakın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak.